Kendimi bildim bileli İstanbul için sorun aynı. Trafik. Hemen her seçim döneminde öncelikli vaatler arasında yer alıyor kentin trafik sorununu çözmek. Ve fakat işin icraat tarafı hep “otur sıfır” düzeyinde…
Bir zaman kente girişin ücretli olması filan da konuşulmuştu. Popülasyon azaltılacak; hem nüfus hem trafik rahatlayacaktı. Unutuldu gitti…
Neyse. New York belediyesi bir karar aldı. Manhattan adasının belli bir bölümünde, trafiğin sıkışıp kaldığı alanda direksiyon sallamanın bedeli 9 Dolar olarak belirlendi. Bizdeki HGS gibi bir okuma sistemine sahip değilsen maliyet 13 Dolara çıkıyor, gün başına…
Bu bizde de orada da büyük para. Bunun İngiltere’de (Londra) uygulandığı gibi bir süre sonra kentin trafiğini rahatlatacağını düşünüyor kent yöneticileri. Para oyunu bozar, haklı da çıkabilirler, dünyaya ilham da olabilirler. New York bu!
Ha, bu yöntem bizde denense ne olur? Yani İstanbul’da belli trafik arterlerine giriş paralı olsa. Tahminim o ki hiçbir şey değişmez…
Bir İstanbullu misal, Avrupa ya da Anadolu yakasında oturuyor ve işine gücüne gitmek için araba kullanıyorsa, köprü geçişleri, otoban kaçışları filan derken zaten o parayı ödüyor. Üzerine bir de yakıt masrafını ekle, yılmıyor İstanbullu…
Paranın korkutamadığı tek millet olduk sanırım. Günün her saati her an artan maliyetlere rağmen kentin her yolu tıkalı. Başka türlü bir şey lazım…
Ve o şeyi bulabilen kim olursa, asıl dünyanın ilham kaynağı bizzat İstanbul olacak. Trafik suçlarında ve asayişte düşen oranlarla da adını tarihe yazdıracak…
Şimdiye kadar çıkmadı. Dünya gözüyle görmek nasip olur İnşallah!
***
Cüzdana uzanan eller çarpılsın!
Devlet belli bir miktarın üzerindeki elektrik sarfiyatından desteğini çekme kararı aldı. Bunun en basit özeti faturaların yarı yarıya yükselmesi olacak, o net…
Peki, devletin kendi içinde tutarlı bulduğu bu durumu özel dağıtım firmaları kötüye kullanabilir mi? Orası mümkün…
Dün bir izleyici “sayaçların gecikmeli okunması dolayısıyla tüketim miktarının barajın üstünde çıkmasının sürpriz olmayacağını” iddia etti…
Bu denli saf bir kötülük mümkün müdür? Bence sıradan esnafın bile bir fırsat canavarına döndüğü günümüzde her kararı fiyatlayanlar var. Faturalar ise işin en kolayı…
Bu yüzden devletten açık bir ricam olacak. Enerji Bakanlığı oluşacak mağduriyetleri önlemek için rötarlı sayaç okumaları da fiyatlayıp, şirketlere fatura etsin…
Vatandaşa “elektriği verene” de elektrik verilsin ki, en azından çarpılmak eyleminde adalet sağlanmış olsun…
***
Alo sesim geliyor mu?
GSM operatörlerinin keyfi fiyat uygulamaları, özellikle de internet üzerinden paketlere astronomik fiyat bindirimleri yüzünden, yakında iletişim denen şeyi dumanla sağlayacak gibi görünüyoruz…
Öyle ya, daha bir ay öncesinde alternatif bir GSM operatörünün hizmetine başlamadan takoz kondu. Kaldı yine üç silahşorlar baş başa…
İletişim vergileri yüksek, bu tamam. Farklı katılım paylarını da eklersek faturalar hiç kullanılmadan el yakan cinsten…
Ama yine de halkın haberleşme hakkını birilerinin koruması gerekiyor. İş eskiden faturalara getirilen indirim ve promosyonlarla rekabet rayındaydı. Şimdi rekabet filan değil kar arsızlığına dönüştü iş…
Elbette şirketler karlılığını koruyacak ya da yükseltecek. Hiç kimse hayrına çalışmalarını beklemiyor…
Yine de rasyonellik esasından çıkılmaması da şart. Mesele biraz da vicdana bakıyor çünkü. Cüzdan kadar vicdana da yatırım yapacak bir operatörümüz yok mudur sahi?
Siz bakmayın banka kredisine girip son model cep telefonu kuyruğunda adım sayanlara. Faturayı görüp de abandone olan insan sayısı abone rakamlarının üstüne çıkmak üzere. Alo, sesim geliyor mu; yoksa çekmiyor mu sizde de Vicdancell?
***
Kim yıkarsa yıkasın!
“Gassal” dizisi hakikaten fenomen oldu. PR denen şeyin negatif ve ya pozitif gücünün ne olduğunu göstererek. Ve hatta istemeden izleyen izlemeyen kim varsa tribünlere bölerek…
Şunu peşinen söyleyeyim; Gassal’ı seküler kesim için sıradan, mütedeyyin kesim için olağanüstü gösterecek bir planlama işi olarak görmek en kolayı olurdu…
Olması gerekeni yaptım ve 30 yıllık TV eleştirmenliği birikimimle izleyerek, tam tersine hepimizin artık ortak meselesi olan “yapayalnızlık” öznesinde buluşturmak üzere kameraya alındığına inandım…
Projede imzası olan birçok ismi tanıdığım için yalın bir dille anlatılan bir ustalık eseri çıktığına da ikna oldum…
Bu yüzden siyasileştirmek yerine içselleştirmek gerektiğine inanıyorum bu diziyi. Bir propagandanın ucuz sesi değil, sıradan hayatlarımızın gür çığlığı gibi tüm hikayesi…
Ha bir de bölüm sonlarına yerleştirilmiş Şahin Kendirci’nin müzikal yorumları var ki; yıllar önce programımda ağırladığım bu genç adam, şimdiden arabesk için “Baba” sıfatının adayıdır bana göre…
Dokunulmamış bir konuya, şanssız bir giriş yapmış Gassal’ı ön yargılardan arınarak izlediğinizde çok da mutsuz olacağınızı sanmıyorum…
Mutsuzluk kotasını hikâyenin karakterleri yeterince doldurmuş çünkü. Ahmet Kural’ın hayat verdiği “Baki” başta olmak üzere…
***
Son balık da avlandığında…
Av sezonunun başlamasıyla birlikte balıkçı takaları şaşırtıcı biçimde İstanbul Boğaziçi’ne dalıverdi bu yıl. Öyle ki neredeyse sahilin birkaç metre açığına salıyorlar ağlarını…
Olta balıkçılığı yapanların küfürlerini saymazsak manzarayı gören herkes derin bir “ah” çekiyor…
Çünkü İstanbul’un denizini bilenler tam da mevsimi olan Lüferin atılan o ağların bir hayli yakınında yavruladığını biliyor…
Çünkü boğazın sularında çocukluğu geçenler, takaların ağ attığı yerlerin balıkların asri göç yolu olduğuna yemin billah ediyor…
Çünkü değişen iklimle birlikte istilacı türlerin bu suların öz evlatları olan balık türlerinin canına okuduğuna ağların sahipleri de şahitlik ediyor…
O zaman ister istemez soruyor insan. Yarın yokmuş gibi yaşamak, yaşayanın yarınını yok etmek ismi hep bereketle anılan balıkçı esnafına yakışıyor mu?