Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya Ferit Edgü öldü, "O" hep yaşayacak!
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Yanına Batı’yı alıp Doğu’ya gittiğinde -Paris’te eğitimini tamamlamış yurda dönmüş, Türkiye Cumhuriyeti’nin her erkek vatandaşı gibi askerlik yapacak, o zamanlar yedek subayları öğretmen yapıyorlar, o da kabul etmiş, onu Hakkâri’ye, Pirkanis köyüne öğretmen olarak göndermişlerdi- yirmili yaşlardaydı, aklında tek bir şey vardı; “Ya Sartre gibi olacak ya da hiçbir şey olacak”tı.

        Oraya vardı, “derisi cüzzamlı”, adı “Hak”la başlayıp “kar”la devam eden bir şehir buldu. Adı gibi “garip bir” şehir. Onda yaşayanların orada hiçbir iz bırakmadıkları bir yer. Belki de “Kafka karabasanlarda görmüştü” orayı, belki de düşlerine hiç girmemişti yazarın, bilseydi orası gibi bir şehir var yeryüzünde “en korkunç kitabının konusu” orası olurdu. Tolstoy bilseydi orayı “soyluluğundan, belki de yazarlığından utanırdı”, tıpkı kendisinin utandığı gibi. Avvakum yakınında böyle bir şehir olduğunu bilseydi eğer, “Kafkasları aşıp” oraya “çile çekmeye” gelirdi. Dostoyevski Sibirya yerine oraya sürülseydi eğer, “Yer Üstünden Notlar” diye bir kitap yazar, ya da romanın adını değiştirir, “Suç ve Suç” yapardı.

        *

        Yabancı dil biliyordu. Fransız kültürüyle yetişmişti. Başka şehirler, başka denizler görmüştü. Ama Hakkâri onu bilincinden vurmuş, benliğini dağıtmış, kısa bir süre zarfında dağılan kişiliğini toparlamış, bilinci yeni bir biçim almış ve kendine şu soruyu sormuştu:

        “Sen benden, ben senden olduğum halde, garip, yüzyıllar boyu hiç öğrenememişiz birbirimizin dilini.”

        Oraya dair böyle bir cümleyi kurmak, o kuruncaya kadar hiçbir Türk yazarının, aydınının aklına gelmemişti. “Birbirimizin dilini öğrenmek” bize neden bu kadar zor veya zül geliyordu sahiden?

        *

        Hakkâri’nin Pirkanis köyünde öğretmenlik yaparken sevgilisi ona bir mektup yazar, mektubunda “Alışacaksın. Dağ başına, dillerinden anlamadığın, senin dilini anlamayan insanlara, oradaki yaşam koşullarına, her şeye alışacaksın” der. Bu sözler üzerine şöyle düşünür. Mesele “alışmak değil, anlaşmaktır”, hiçbir zaman, hiçbir durumda oraya “alışmak” istemez. Çünkü ona göre “alışmak, boyun eğmektir. Bir şeye alışan kişi, her şeye alışabilir. Zindana, işkenceye, çaresizliğe, ölülere, eşitsizliğe…” Ne o insanlara alışır Pirkanis’ta ne de içinde bulunduğu hayatın şartlarına. Yıllar sonra “O”yu yazarken, yaratmaya çalıştığı coşku, işte bu alışmamalarının sonucuydu. Şöyle devam eder:

        “Bir idam hükümlüsüne diyeceği son söz sorulduğunda, ‘Hiçbir zaman itiraf etmeyin’ diye bağırmış. Bir yazar olarak, ‘Hiçbir zaman hiçbir şeye alışmayın’ diye bağırmak istedim O’yu yazarken”

        *

        Her şeyi, hayatını, yazarlığını, resim tutkusunu, sanat koleksiyonculuğunu, şiiri, felsefeyi, dostlukları dil üzerine kurmuştu. Onun için her şey dildi. Tutkunuydu dilin. Yazarlık hayatındaki bütün durakları da “dil durakları”ydı. “İnsan varlığının dünya içindeki yeri, bir anlatım aracı olarak dil, kendi içinde bir varlık olarak dil, dilin imkanları, dilden bir yapıt yaratmak ve sonunda o yapıtın dönüp dolaşıp gene dilde kendini bulmasıdır” onun yazarlık serüveni. Yazmaya başladıktan sonra hiçbir şeyi kurgulayarak yapmadı, her şey dile gelip “kendisini dikte” ettirdi ona.

        Hakkari’de aylar boyunca, karın yolları kestiği, Zap’ın geçit vermediği o dağ köyünde “dilsiz” yaşadı. Köyde yaşayanların hiçbiri, muhtarın çat pat bildiği birkaç kelimeden başka Türkçe bilmiyor, o da Kürtçe bilmiyordu.

        Sonra bir ses keşfetti: Yankı! Bağırdığın zaman, bir hayvan uluduğu zaman, bir yaralı inlediği zaman, bir bebek ağladığı zaman, bir silah patladığı zaman ses yankı yapıyordu oralarda, ses her yere yaylıyor, en çok da sesi çıkaranın kendisine geri dönüyordu sonra. Felsefe okumuştu, aklına hemen büyük filozof Kierkegaard’ın, “Bir tek dostum var, yankı!” sözü geldi. Orada yaşadığı süre içinde “yankı” tek dili oldu çıktı.

        Bir kitap yazmaya karar verdi oradan döndükten sonra. Daha doğrusu sadece yazmak istedi. Yazdığı şeyin neye dönüşeceğini bilmiyordu. Roman yazacaktı ama o zamana kadar yazılan köy romanlarından birisini yazacağından korkuyordu. Kitabın adı başta “O” değildi, ilk adı “Doğu’m”du kitabın, hem geldiği yer anlamında doğusunu anlatacak hem de doğumunu… Hakkâri’de yaşadığı bir mevsim, onu yeniden doğurmuştu. Yazdığı romanda orada edindiği bilgileri, izlenimleri, hayatının o döneminde onda kalanları anlattı.

        Yazdığı kitapta “kendini ararken başkalarını buldu”.

        *

        Sol cenahta, herkesin kalemine “keskin silah” muamelesi yaptığı; birçok yazar ve sanatçının yazacağı romanla, şiirle, yapacağı resimle, besteleyeceği müzikle “faşizmin mezarını kazacağına”, düzeni değiştireceğine, proletarya diktatörlüğü kuracağına, “halkları kurtaracağına”, “sömürüyü ortadan kaldıracağına”, “eşit, özgür, adil bir dünya” kuracağına yürekten inandığı bir dönemde o şunları yazdı:

        “Kalemimi silah gibi kullanıyorum,

        diyen yazarlara şöyle diyesim geliyor:

        Savaşmak için demek bir silah gerek sana.

        Öyleyse niçin gerçek bir silah almıyorsun eline?

        Kalem bazı doğruları göstermek için kullanılır.

        Silah ise doğruları göstermez

        Silah patlar, öldürür.

        En azından yaralar.

        Bir de unutma savaşçı yazarım

        Kimi zaman da

        geri teper.”

        Kendini yazar olarak görüyordu, sadece bir yazar, yani yazan kişi, “insan ruhunun mühendisi falan” değil. Kendi kuşağından yazarlar gibi, üzerine kaldıramayacağı kadar ağır bir yük bindirmeye kalkışmamış, yüklediğini sandığı yük altından da sabahtan akşama kadar inleyip, sitem edip, “vurulduk ey halkım unutma bizi” diye ağlak ağlak sloganlar atmamıştı. Yazı yazarken, birisinin herhangi bir konuda ondan bir şey beklemesini istemiyordu. Onda ne bir çözüm ne de bir öneri vardı. Kafka’nın “Köy Hekimi’, “Reçete yazmak kolay, insanlarla anlaşmak zor” demişti. Ona göre Kafka, “İnsanları anlamak zor” da diyebilirdi, belki de böyle diyordur kim bilir? Bu saptamayı yaptıktan sonra şu soruyu soruyordu:

        “Bizim yazarlarımızdan büyük bir çoğunluğu, niçin insanları anlamak, insanlarla anlaşmak yerine, reçete yazmayı yeğliyor?”

        Yine kendi kuşağından yazarların, şairlerin, aydınların kendilerine gereğinden fazla bir kudret vehmedip kendilerini “çağının tanıklığı” gibi bir mertebeye yükseltmelerini anlamıyordu. Ona göre yazar, “okurun kendisini bulmasına yardımcı olan” bir insandan başka bir şey değildi. Çünkü yazar da “kendini bulmak için” yazıyordu. Buradan bakınca yazarın işinin “tanıklık” olduğunu söyleyenleri anlaması mümkün değildi. “Salt tanıklık ister istemez yalancı tanıklıktır.” Bu tür tanıklığın yasalar karşısında da bir cezası vardır. Ona göre eğer yazar tanıklığı seçiyorsa, aynı zamanda savcılığı, yargıçlığı, gerektiğinde cellatlığı da seçmesi gerekir. Gerçeklik bunu gerektirir çünkü. Bu yüzden demişti ki:

        “Ben kimsenin tanığı değilim kendimden başka.”

        *

        Türk edebiyatının tek “kelime ekonomisti” yazarıydı Ferit Edgü. Onlarca kitaptan oluşan külliyatını toplayın, hepsi birkaç yüz sayfa eder. Az kelimeyle çok şey anlatmaya başaran ender yazarlardandı. Bu maharetini reklam yazarlığına borçlu olduğunu söylemişti bir gün bana.

        1990’ların sonunda yolumuz Manajans’ta kesişti Ferit Edgü’yle. Eski bir metin yazarıydı; Türkiye’de başlangıcından beri reklamcıların piri olarak bilinen, sektörde hemen hemen herkesin üzerinde emeği bulunan Eli Acıman’la dosttular, uzun yıllar beraber çalışmışlardı. Bay Acıman’ın gözünde iki tür reklam yazarı vardı; edebiyat alanında kitabı olanlara “yazar”, kitabı olmayanlara da “copy writer” diyordu, ona göre Ferit Edgü yazardı, beni de o kategoriye almıştı, (ne büyük onur!). Sözünü ettiğim tarihlerde gerçek yazarların yavaş yavaş reklam yazarlığından el ayak çektikleri bir dönemdi, Bay Acıman bu duruma üzülüyordu. Bu yüzden Ferit Bey’le konuşmuş, tekrar ajansa gelmesini sağlamıştı. Ama Ferit Bey durumun erken farkına vardı, artık onun gibi yazarlara sektörde yer kalmamıştı, gençlerin dili değişmiş, edebiyat reklam yazarları evreninden çoktan pılını pırtını yükleyip gitmişti. Şair Egemen Berköz de hikayeci Necati Tosuner de ajanstaydı hâlâ. Ama ne Ferit Edgü’ye ne Egemen Berköz’e ne de Necati Tosuner’e yer kalmamıştı, “ihtiyarlara yer yoktu” artık. Bir gün çantasını aldı ve çıktı ajanstan bir daha da gelmedi. Birkaç ay sonra ben de verdim peşine.

        *

        Odasına her girdiğimde önündeki kağıtlara bir şeyler yazarken bulurdum onu. Ona Hakkâri’yi anlatmak istiyordum ama cesaret edemiyordum. Hakkâri onun için “gemisinin kayaya çarpıp parçalandığı yerdi”, kaza yerine dair yeni bir şey öğrenmek istemiyordu sanki. Kaybettiği dili orada kalmıştı. Bir daha oraya dönmeyecekti. Eşkıya Halit, “O” romanında yaşattığı, oralarda görüp tanıdığı bir kahramanıydı. “Ders Notları” kitabında şunları yazmıştı:

        “Bir gün Halit’in bana şöyle dediğini gördüm:

        ‘Kimseye inanma. Kendine bile.’

        Aynı gün Muhtar’ın şöyle dediğini gördüm Halit’e:

        ‘Halit, hiç değilse Hoca’ya yalan söyleme.’

        Aynı gün Muhtar’ın babasının Muhtar’a şöyle dediğini gördüm:

        ‘Bana bak, Halit’i doğru yoldan çevirme’

        Aynı gün (ama artık akşam olmuştu) Halit’in Muhtar’ın babası Muhtar Ağa’ya şöyle dediğini gördüm:

        ‘Bunca yıldır aranızda yaşıyorum, şu çocuktan başka doğru konuşan yok.’

        Başıyla işaret ettiği Dilsiz Kerem’di.”

        Şu anekdot da ondan:

        “L. Massignon’un Klasik Arap Edebiyatı Tarihi’nden yorumsuz bir alıntı:

        ‘İbni Abdul (XI. Yüzyıl) en güzel kasidelerini dili kesildikten sonra yazmıştır.”

        *

        Edebiyatı “sınıf savaşını kızıştırmanın aracı” sandığım, köy romanlarının müptelası olduğum, romanda ağayı, imamı kötü, kaymakamla öğretmeni iyi sandığım, okuduğum her romandan bir mesaj çıkarmaya çalıştığım, romanları, şiirleri devrim yolunda halkı bilinçlendiren etkili araçlar olarak gördüğüm bir dönemde okumuştum “O”yu ve beğenmemiştim. Beğenmememin sebebi kitaptaki her şeyin bana sıradan gelmesiydi, anlamamıştım. Her şey çocukluğumun bir kışına benziyordu. Çocukluğum da ilginç değildi. Devrime, mücadeleye bir faydası yoktu. Küçük burjuva duyarlıklarını, varoluşçu felsefeye inanmış karşı devrimci bir metni bana roman diye okutmuştu. Zararlıydı aslında okuduğum metin. Okuduğu her romanı kendisi gibi okuma müptelası arkadaşlarına tavsiye eden ben, “O”yu kimseye tavsiye etmemiştim. Karamsarlığa itebilirdi arkadaşlarımı, öncelik mücadeleydi ve o kitapta öğretmen ağaya karşı mücadele vermediği gibi, gericiliğin sembolü bir imam tipi bile yoktu. Varsa yoksa çocuklar, bildikleri kelimeler, yağan kar, yankılanan ses ve kesif bir sessizlik… Bütün bunların içinde geçen, bir yaralının bedeninde sızıp inceden inceye toprağa doğru akan kan gibi insanın içine işleyen bir kuma getirme hikayesi, Zazê denilen, eşkıya Halit denilen, Muhtar denilen birtakım silik, sıradan tipler…Halit’in düşleri Oramar dağlarının orada, dağ dağa yaslanmış, Halit hangi dağı aşsa hayal başka bir dağın arkasına kaçıp saklanıyor.

        Nerede Fakir Baykurt’un Irazca’sı, Karaların Mehmet’i, nerde bu adamın Muhtar’ı, Zazê’si?

        Orhan Duru ilk defa beni ona tanıştırdığında, ilk okumada kitabıyla ilgili hissettiklerimden dolayı derin bir utanma hissine kapıldığımı hatırlıyorum şimdi. Zaman onu haklı çıkarmış beni boşa düşürmüştü. Kalıcı olan onun yazdıkları; suya yazılan, uçup giden o zamanlar benim sevdiğim, önemsediğim didaktik romanlardı.

        *

        1950 kuşağı denilen kuşağın en önemli yazarlarından birisiydi. Adının yanında Orhan Duru, Demir Özlü, Onat Kutlar, Erdal Öz, Adnan Özyalçıner de vardı.Hemen hemen hepsinin ilk ürünlerini Vedat Günyol “Yeni Ufuklar”da yayınlamıştı. Bu yazarlar Türkçeyi oya gibi “işlediler”, küçük bir dokuma tezgahında nakış işler gibi işlediler hem de. Sonra da “işlettiler”. Onların ürünlerinden sonra Türkçe gittikçe daha çok parlamaya başladı. Ne demek istediğimi daha iyi anlamak istiyorsanız eğer, adını saydığım yazarların ürünlerini, 40 kuşağından birkaç yazarın yazdıklarıyla karşılaştırın, farkı çok net göreceksiniz gözlerinizle.

        Onat Kutlar ve Erdal Öz’ü ayırırsanız eğer, diğer üç hikayecinin yaptığı edebiyat hep küçümsendi, “bireyci edebiyat” olarak yaftalandı, “varoluşçu edebiyat”, “bunalım edebiyatı” diye küçümsendi solcu eleştirmenler tarafından. Ama onlar bütün seslere kulaklarını tıkadı, hepsi iç sesine kulak verdi. Bugün Türk edebiyatında zamana direnen nadir metinler varsa eğer, çoğu bir zamanlar küçümsenen bu yazarların yazdığı metinlerdir.

        *

        Ferit Edgü, Orhan Duru ile Demir Özlü’nün dostluklarının tarihi yoktu. Üçü de Türk edebiyatına çok güzel hikayeler armağan etmişti. 12 Eylül darbesi Demir Özlü’yü Stockholm’de ikamete zorlamıştı, yıllar sonra dönmüştü memleketine. O döndüğünde Orhan Duru beni gazeteciliğe başlatmıştı. Üç dost her perşembe günü bir araya geliyor, birlikte akşam yemek yiyorlardı. Bu gelenek yıllardan beri sürüyordu. Bir akşam, Yakup’taki buluşmalarına Orhan Duru beni de götürmüştü. Demir Özlü ve Ferit Edgü’yle o gün tanışmıştım. Hakkarili olduğumu söylemiştim, Ferit Bey de “Ben de orada doğdum” demişti bana. Önce şaşırmıştım, sonra piposundan derin bir nefes çekmiş, “Orayı görmeseydim galiba yazdığım hiçbir şeyi yazamayacaktım, orası beni yazar olarak doğurdu” deyip gülümsemişti. “Ben gerçekten de orada doğdum, belki ben de yazar olurum” demiştim gülümseyerek. Üçü de bana moral vermişti.

        *

        Çok uzun bir süreden beri hasta olduğunu biliyordum. Ortak dostlarımız Bülent Korman ile Kemal Bilginsoy’dan alıyordum haberlerini. En son “Gamla Stan’da Bir Hakkarili Süryani Kitapçı” yazımı, eşinin ona okuduğunu söylemişti Bülent Abi bana, “dinlemiş, gülümsemişti” dedi. Kim bilir belki de kullandığım “eski kelimelerden” dolayı bana bir de okkalı küfür savurmuştur, zira eski kelimelere (o ‘sözcük’ derdi) tahammülü yoktu. Dilde sadeleşmeyi bu kadar hararetle savunan son “laik” yazardı. Hatta kendini her anlamda “son laik” sayıyordu. Karamsardı, “umutsuzluk temel harcı”ydı, 2010 yılında Çağlayan Çevik’e verdiği bir mülakatta, doğduğundan beri böyle olduğunu, hep bardağın boş tarafına baktığını ama yine de en trajik olaylara bile kahkahayla güldüğünü söylemişti.

        *

        “O” romanı filme çekilirken, Arthur Rimbaud’nun “Cehennemde Bir Mevsim”inden mülhem “Hakkari’de Bir Mevsim” adını koymuştu filme. Senaryoyu yazan Onat Kutlar, yönetmen Erden Kıral Hakkâri’ye geldiler film ekibinden önce, o gelmedi. Daha sonra onu birçok kez davet ettiler Hakkârililer, gitmedi. 1965 yılında bir mevsim geçirmişti orada, o kadar. Ona göre öylesi anlar, öylesi insanlar vardır ki, sizinle sonsuza kadar yaşarlar. Hakkâri de orada yaşayan insanlar da ölünceye kadar onunla yaşadılar. Oraya tekrar gitme gereğini bu yüzden duymadı. Çünkü O Hakkari’den hiç dönmemişti. Ölünceye kadar “ikinci doğumunu” yaşadığı Hakkari’yi içinde yaşattı. Demişti ki:

        “Aşk hatırlanır mı? Aşk yaşanır. Hakkâri de böyle bir aşktır benim için.”

        *

        Memleketimi bu kadar sevmiş bir yazarın ölümüne nasıl üzüldüm anlatamam.

        Nurla dolsun kabri!