Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

Bana, “bu kitabı mutlaka okumalısın” diyen “siyasi abi” kimdi hatırlamıyorum şimdi. Soluk, sepya bir fotoğrafta çok eski zamanlardan bugüne belleğimde kalan belli belirsiz yüzlerden bir yüzdür, o kadar. Hayal meyal bir yerlerde, karlı bir kış günü, her şeyin soğuktan donduğu, kaskatı kesildiği, sanki biraz sonra şehre kurtlar inecekmiş gibi bir havanın hüküm sürdüğü günlerden bir gündü; onu hatırlıyorum ama bana o kitabı tavsiye edeni hatırlamıyorum işte. Aradan yarım asırlık bir zaman geçmiş, o gün, o belirsiz yüz tarafından bana tavsiye edilen kitapta geçen birçok şeyi hatırlıyorum, ama o adamı hatırlamıyorum yine de.

Hafızanın bir oyunudur; geçmişte aynı anda yaşadığımız bir sürü hadisenin içinden biri diğerlerini ezer, zamanla hatırlanmak istenen baskın gelir ötekilere, o öne fırlar, kendini hep canlı tutar aklımızda, ötekiler de kenara çekilir, hatırlanmak için gününü bekler. Galiba başıma gelen de buna benzer bir şeydir.

O gün, o soluk, silik yüz o kitabı bana verdi ve sanırım o gün “zehirlendim.” Bazı kitaplar “zehirlidir” çünkü, bunu herkes kabul eder. Ama o zehirli kitap; Umberto Eco’nun “Gülün Adı” romanında anlattığı; “gülmenin teorisini” ihtiva ettiği için Engizisyon tarafından yasaklanan; kör rahip, bilgin kütüphaneci Burgos’lu Jorge tarafından sayfalarına zehir sürüldüğü için her okuyanın zehirlenerek öldüğü Aristo’nun “Poetika”sının ikinci cildine benzer bir kitap değildi. O yıllarda benim yaşlarımda bir çocuğun da anlayabileceği basitlikte “sınıf mücadelesi ve sosyalizmin erdemlerini” anlattığı için “zehirlidir” diyorum ona. Bunu derken kitapta bize empoze edilmek istenen “sosyalizm fikri zehirlidir” de demek istemiyorum; demek istediğim bugün yeryüzünde ne kadar ideoloji varsa, o ideolojileri yayanların hepsinin beni o günlerde okuyup “zehirleyerek” sosyalizm fikrine “inandıran”, Jack London’ın “Demir Ökçe” romanına benzer bir kitaba ihtiyaçları vardır.

*

Hafızamda yüzü belirsiz “siyasi abinin” bana verdiği romanı Öncü Kitapevi basmıştı. O sene, 1978’te yeniden çıkmıştı piyasaya. Kapağında pazuları güçlü bir işçi (sahi, o yıllarda bütün işçilerin pazuları neden o kadar güçlü çiziliyordu resimlerde ey Sinan Çetin abi? Hani işçiler yetersiz besleniyordu?) sağ elini göğsüne koymuş, sol yumruğunu da havaya kaldırmıştı. Slogan mı atıyordu, inliyor muydu belli değildi. İşçinin arkasında lale mi desem, karanfil mi desem boy atmış çiçekler onu sarmıştı. Hem yazarın hem de romanın adı miniskül harflerle yazılmıştı. Emin Türk Eliçin çevirmişti Türkçeye, (ilk baskısı 1966’da Gün Yayınları’ndan çıkmış) çok sonra bir gazete haberinden öğrendim, meğer Emin Bey’le arkadaşı Sabahattin Ali birlikte ilk defa romanı Türkçeye çevirmeye başlamışlar, Sabahattin Ali öldürülünce tercümeyi Emin Bey tamamlamış.

1970’li yılların ikinci yarısında, radikal solcu-devrimci mahfillerde şu üç romanı okumayana kız vermezlerdi: Jack London’ın “Demir Ökçe”si, Nikolay Ostrovski’nin “Ve Çeliğe Su Verildi”si ile Dimitır Dimov’un “Tütün”ü… (Hikâyeyi o anlatmıştı, hoş hikayedir, denk geldi anlatacağım size de. Kıymetli abim Ümit Fırat’ın, o yıllarda Ankara Zafer Çarşısı’nda bir kitapçı dükkânı var. İçerde ne kadar kitap varsa, her gün dükkânda neredeyse bir o kadar da insan var. Herkes geliyor bu dükkâna, en çok gelenlerden birisi de şair Ahmed Arif’tir… “Ve Çeliğe Su Verildi” günümüzün moda deyimiyle “çok tutulunca”, günün birinde devamı sayılan kitabı da basıp bir koli halinde dükkâna getirir yayıncı. O sırada kudretli şair Ahmed Arif de dükkânda oturuyor. Koliyi açarlar, çıkan kitabın adı “Çelik Böyle Sertleşti”dir. Ümit Abi şaire, şair Ümit abiye bakar. Ahmed Arif, kitabı getirene, “Bu isim biraz müstehcen değil mi?” der müstehzi bir edayla, adam oralı değil, söyleneni duymamış gibi yapar gider, acelesi var, devrim yapacak; Ahmed Arif, “Ahmaklara bak” der Ümit abiye, ikisi kahkahayı basarlar.)

*

“Demir Ökçe”, kahramanı Ernest Everhard’ın elyazmalarından oluşuyor. Ölünce eşi Avis, o elyazmalarından yola çıkarak hikayeyi anlatıyor bize. Bir kadın; erkek bir kahramanın yaşadıklarını hikaye eder yani. Hadise, Amerika’da geçiyor. Distopik bir dünya kurar yazar. Büyük Tröstler her yere egemendir. Kadın, çocuk, ihtiyar demeden saat sınırı olmadan, durmadan çalışan bir işçi sınıfı var. Arada kalan orta sınıf ise piyondur ve dev Tröstler onları istediği gibi kullanıyor. Büyük Tröstlerin temeli de küçük esnaf, iş insanları ve zanaatkarlardan oluşan bu sınıfa dayanıyor. Oligarklar iktisadi hayatı ellerinde bulundurduklarından siyaset erbabı, din adamlarından oluşan kilise ve adalet dağıtmakla görevli mahkemeler de onların emrindedir haliyle. Hayat şartları oldukça kötü olan işçiler genel greve gider, şiddet baş gösterir, olaylar büyür, vahşete varır, bu kez de çiftçiler ayaklanır. Oligarklar, mecburi ordudan yardım isterler, asker üzerlerine acımasızca yürür gerisi korkunç bir kaostur.

Jack London’ın romanını yazdığı dönemde, 1907 yılında Karl Marx’ın kitapları Amerika’da henüz yayınlanmamıştı derler. Dolayısıyla, London’ın romanında kurduğu “teorik alt yapı” tamamen kendi sezgilerinin ürünüdür.

İnsanların romana asıl ilgisi, özellikle de Avrupa’da 1934 yılında başladı. O sene bütün Avrupa, neredeyse hep birlikte kitapçılara koşarak, çılgınlar gibi bu romanı alıp okumaya başladı. Kitap bir anda karaborsaya düştü. Roman 1907’de yazılmıştı ve o sırada gemi azıya almış bir şekilde gelmekte olan “faşizmi” Jack London; George Orwell’ın deyimiyle “şaşırtıcı bir isabetle” bir kâhin gibi öngörmüştü romanında.

Gelecek hakkında bir romandır “Demir Ökçe”, yazara göre yakında bir dünya devrimi patlak verecek, herkes sosyalizme koşacak. (Orwell’ın, daha sonra yazacağı meşhur “1984” romanının ilhamını bu kitaptan aldığı söylenir. Hatta “Demir Ökçe”de tarih olarak da “1984” var: Bendeki baskının 248. sayfasında bir dipnotta Asgard ile Ardis şehirlerinin inşasından bahseder yazar, Asgard şehrinin inşasının 1984 yılında tamamlandığını söyler.)

Faşizm kehanetini bir tarafa bırakacaksak, sosyalizmin bütün dünyaya aynı anda geleceği kehaneti tutmadı London’ın. Hatta kitap yazıldıktan on sene sonra, kitapta hiç adı geçmeyen bir ülkede, Rusya’da devrim patlak verdi. Ama yine de aklıselimi elden bırakmaz yazar. Ona göre “devrim yolu” öyle kolay bir yol değildir, kapitalistler iktidarını öyle kolay kolay çapulcu proleterlere teslim etmezler. Bütün baskıcı kurum ve güçler onların elindedir. İsyana karşı çabuk örgütlenir ve anında gardlarını alırlar. Sahip olduklarını muhafaza etmek için ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Bu yüzden romanda, yine Orwell’ın demesiyle, “örgütlü bir dehşetin hüküm sürdüğü, Nazi Almanya’sıyla zaman zaman şaşırtıcı benzerlikler gösteren korkunç bir tablo” ortaya çıkar.

Jack London’ın, romanı yazdıktan neredeyse otuz sene sonra olacakları kestirmesinin sebebi ne olabilir acaba? Yoksa London bir kâhin miydi?

George Orwel bu soruya şu cevabı verir:

“Ve sanırım bunu yapabilmesinin sebebi, onun da içinde bir yerlerde faşist bir damarın, ya da hiç değilse gaddarca bir yanının bulunmasıydı. Bu yanının getirdiği eksiklikler var elbette ama okullu sosyalistlerin genelde anlamakta zorlandıkları bir şeyi, büyük servet sahiplerinin basit kötü adamlardan ibaret olmadıklarını, uygarlığın koruyucuları olduklarına samimiyetle inandıklarını ve bütün güçlerini buradan aldıklarını anlamasına da varmış.” (George Orwell, “Edebiyat Üzerine”, Can Yayınları, s.171)

“Demir Ökçe”, 1934 yılında Avrupa’da nasıl kapış kapış gittiyse, bizde de 70’lerin ikinci yarısından 80 askeri darbesine kadar öyle kapışıldı ve kendine “devrimciyim” diyen hemen hemen herkesin evine girdi. Oysa bu yıllarda Türkiye’deki maceracı solcular, egemen sınıfları nasıl devirip memlekete sosyalizmi nasıl getireceklerini tartışacaklarına, birbirleriyle tartışıyor, fraksiyonlara ayrılıyor, bir fraksiyon birisine “revizyonist” derken öbürü berikine “sosyal faşist” diyor, hızını alamayıp birbirlerine “goşist”, “oportünist”, “sekter”, “işbirlikçi” gibi küfürlerle hücum ediyor, hiç tanımadıkları, zerre kadar anlamak için de çaba göstermedikleri asıl “düşmanlarını” bir kenara bırakıp birbirlerinin boğazına sarılıyorlardı. Oysa ellerinden düşürmedikleri ve hepsini “sosyalizm fikrine” alıştırmış olan romanın kahramanlarının hiçbirisi dost bildiklerinin boğazına sarılmıyor, romandaki bütün tartışmalar proletarya ve sosyalizmi temsilen Ernest Everhard ile kapitalistlerin temsilcileri arasında cereyan ediyordu.

*

George Orwell’ın yazdığı distopik romanlarının ulağı, Orwell’ın “içinde faşist bir damar gizliydi” dediği Jack London kimdi peki?

Çok kısa, sadece kırk yıl yaşamış, bu çok sıradan kısa hayata sayısız sıra dışı hadise, iş (çiftçilik, fabrika işçiliği, çamaşırhane işçiliği, bir termik santralda ateşçilik, istiridye korsanlığı, altın arayıcılığı, denizcilik, kaçakçılık, avarelik, muhabirlik, talebelik, yazarlık, seyyahlık, serserilik) sığdırmış, kendisine Lenin, Troçki, Che Guevara gibi burnundan kıl aldırmaz komünistleri hayran bırakmış, Hemingway gibi dev bir yazarı bile etkilemiş, George Orwell’a ilham kaynağı olmuş Jack London’ı, eski sosyalistler hariç, günümüzde çoğu kişi “Beyaz Diş”, “Deniz Kurdu”, “Vahşetin Çağrısı” gibi macera romanlarıyla tanıyor daha çok.

*

Jack London, 12 Ocak 1876 yılında San Fransisco’da, astroloji meraklısı profesör W.H.Chaney ile Flora Wellman’ın “gayri meşru çocuğu” olarak dünyaya geldi. Babası olacak herif, çocuk sahibi olmak istemediğinden, kadın hamileyken onu terk etti, Flora bunalıma girdi, intihara kalkıştı, bebeğin doğumu onu neredeyse ölümün eşiğine getirdi. Jack doğdu ve siyahi bir süt anne onu beslemeye başladı, sekiz ay ona evladı gibi baktı, bu sırada Flora, John London adında müşfik bir adamla evlendi, çocuğa bundan sonra da üvey ablası baktı, üvey babası da onu evladı bildi. Bu arada Jack gazete satarak ilkokulu bitirdi, geçim zorlukları nedeniyle okula devam edemedi, konserve kutusu imal eden bir fabrikada işçi olarak çalışmaya başladı. Günde on saat, bazı günlerde de on sekiz saat çalıştı. İşten arta kalan zamanını kasaba kütüphanesinde geçirmeye başladı. Bütün kitap müptelalarının hayatında bir kütüphane memuru vardır; Jack’ın entelektüel hayatına da böyle bir kütüphane memuru yön verdi. Okudukça dünyası büyüdü, kurduğu hayaller Oakland’ın sınırlarını aştı. Fabrikada yaptığı her kutu, onu daha çok buradan kaçmaya teşvik etti. Bu arada kendini içkiye verdi, sarhoş sarhoş dolaştı, limandaki birahanelere dadandı, burada denizcilerle tanıştı, fok ve balina avcılarının maceralarını dinledi, onlarla ahbap oldu.

Günün birinde istiridye avcılarına katıldı ve San Francisco Körfezi’nde tam üç ay boyunca istiridye yataklarına akınlar düzenleyen bir korsan oldu çıktı. Döndükten sonra içindeki maceracı ruh daha da kabardı, ilk fırsatta Amerika’nın çevresini dolaşmak üzere bir yıllık bir yolculuğa çıktı. Sophie Sutherland adlı eski bir geminin baş kasarasında Güney Pasifik’i baştan başa kat etti. Balina peşinde geçirdiği bu süre, daha sonra yazacağı romanlara malzeme oldu. On dokuz yaşında lise okumaya karar verdi. Lisedeyken sosyalizm fikriyle tanıştı. Fabrikalarda, demir yollarının yapımında çalışırken, yavaş yavaş “sınıf bilinci” edindi. Yük trenlerine atladı, Kanada’yı boydan boya dolaştı. Evsizdi, serseriydi, hatta Orwell’ın deyimiyle “evsizlerin piri”ydi. Liseyi bitirince, işsizlerin Washington’a doğru çıktıkları büyük yürüyüşe katıldı, serserilikten tutuklandı, cezaevine atıldı. Çıktıktan sonra Kaliforniya Üniversitesi’ne girdi ama dört ay sonra, Sosyalist İşçi Partisi’yle olan bağlantısından dolayı okuldan atıldı.

1890’lar Amerika’da, ağır iktisadi buhran sebebiyle insanların çılgınlar gibi “altın aradıkları” bir dönemdir. Bu furyaya Jack de katıldı. Altın bulmak için Alaska’nın kuzeyine kadar gitti. 1898 yılında bir gram altın bulamadan geri döndü, dönüşte C vitamini eksikliğinden kaynaklanan iskorbüt hastalığına yakalandı. Bu yolculukta edindiği tecrübe, daha sonra yazacağı birçok romana malzeme oldu. Altın bulamamış ama altın değerinde başka meziyetlere sahip olmuştu, bu sırada okuduğu Marx, Darwin, Spencer ve Nietzsche onu çaplı bir entelektüel yapmıştı.

Yazar olup olmama konusunda kararsızdı. Postacı olmak istiyordu, kursa gitti, posta müdürlüğünde iş beklerken, “Kötü adamlar ve kadın maceraperestler hariç bütün erkek ve kadınların güzel düşünceler düşündüğü, güzel bir dille konuştuğu ve yüce eylemlerde bulunduğunu” söylediği bir popüler kurmaca dizisi olan “Denizkıyısı Kütüphanesi” aracılığıyla edebiyatın güzelliğini keşfetti ve çok geçmeden yazmaya başladı. İlk hikayelerini yayınladı, bu sırada işe alındı, postacılıkla yazarlık konusunda bir süre kararsız kaldı, sonunda yazarlıkta karar kıldı. Arka arkaya kitaplar çıkardı ama asıl “patlamayı” 1900’de çıkan toplu hikayelerinden oluşan “Kurdun Oğlu” kitabıyla yaptı. Bu sırada evlendi, kitapları çok satınca yayıncılar peşine düştü, bir süre sonra kazandığı çok iyi paralarla, hep düşmanı bellediği zenginlerin arasına katıldı.

Yirmi beş yaşına gelince içindeki maceracı kurt tekrar depreşmeye başladı; yerinde fazla oturmuştu! Kalkıp gitmeli, zira ona göre, “hayvan yalnızca yaşar, vardır, oysa insan yaşamak için büyük bir istek duyar.” İngiltere seyahatine çıktı. Londra’da işçilerle, yoksul işsizlerle üç ay geçirdi; “Altta Kalanlar” romanı bu seyahatinin ürünüdür. Arkasından en ünlü romanlarından birisi olan “Vahşetin Çağrısı” geldi, roman milyonlarca satarak o zamana kadar kırılmamış bir rekor kırdı. Bu arada boşandı, başka bir meşhur romanı olan “Deniz Kurdu”nu yazdı, Charmian Kittredge adında bir kadınla yeniden evlendi, hayatının aşkını bulmuştur Jack, Charmian bundan sonra yaratacağı birçok kahramanına esin kaynağı oldu.

Alkol bağımlığı devam ediyordu, mutsuzluk had safhadaydı… Yazarken büyük sancılar çekiyor, depresyona giriyordu. Kore’ye savaş muhabiri olarak gitti, oradan kovuldu, 1905’te Rusya’da devrime kalkışanlara destek verdi, “Beyaz Diş” romanını da bu sırada yazdı. 1906’da denizler tekrar onu çağırdı, çıktığı dünya turu yarım kaldı, kendi hikayesine benzer bir denizciyi anlattığı “Martin Eden” romanını bu sırada yazdı. Aynı sene Amerika’da, “kapitalizm olabilecek sistemlerin en kötüsüdür” diyen bir seminerler turnesine çıktı. “Demir Ökçe” romanını bu sırada yayınladı. Tekrar bir deniz seyahatine çıktı, bir söylentiye göre Hawaii’deki Cap Horn civarlarında rastladığı yerlilerin “tanrıların sporu” dedikleri “sörfü” gördü, onu Amerika’ya götürdü.

Dönemin en çok okunan ve en çok para kazanan yazarı olduğu halde hiçbir şeyi elinde tutamadı, her zaman borç içinde bir müflis olarak yaşadı. Esas olarak cevval, coşkulu, hayatı seven bir adam olduğu halde ruhi bunalımlardan bir türlü kurtulamadı. Hayatı boyunca insanların içine sürüklendiği alçakça sefaleti diş biledi. Hemen hemen bütün hikayelerinde bundan bahsetti. Üç alanda eserler verdi. Hayvanlara dair kitapları, sosyalizme dair eserleri ve denizi anlattıkları… Kısa hayatına rağmen çok yazdı. Orwell’a göre günde bin kelime yazmayı kendine görev edinmişti; çoğu zaman da bu görevini yerine getirdi. Yirmi yaşında “Komünist Manifesto”yu okuyup katılmaya karar verdiği Sosyalist Parti’den “ateş ve kavga eksikliğinden ve sınıf mücadelesine yaptığı vurguyu kaybetmesinden dolayı” ölümünden bir sene önce istifa etti.

21 Kasım 1916’da kazandığı paralarla satın aldığı California’daki çiftliğinde kendini öldürmeye karar verdi. Sonunu hızlandıracağını düşünerek, iki farklı ilaçtan ölümcül miktarda aldı. Ancak içtiği ilaçlar ters etki yaptı. Haplar karşılıklı etkileşime girdi ve Jack London, yirmi dört saati aşkın bir süre acılar içinde kıvranarak, deli danalar gibi böğürerek can verdi. Öldüğünde kırk yaşındaydı.

*

Orta okulda okurken, bana “mutlaka okumalısın” diyerek elime “Demir Ökçe”yi tutuşturan “siyasi abinin” yüzünü hatırlamıyorum ama o romanda geçen bir yığın şeyi, aradan elli seneye yakın bir zaman geçtiği halde çok net hatırlıyorum şimdi.

Bazı kitapların beyne saldıkları “zehir” kalıcıdır, yaşadıkça dolaşır hafızanda.

*

Yazının Kaynakları:

George Orwell, "Edebiyat Üzerine” Can Yayınları

Kürşad Oğuz, “Kaçak Yazarlar”, Kırmızıkedi

Alberto Manguel, “Kelimeler Şehri”, YKY

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar