Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

Akşam, Netflix’te seyrettiğim “Çocukların Treni” filmi, neden bu kadar kalbime dokundu; biliyorum! Film bitti, girdim yatağa. Kapkaranlık odada, o koyu karanlığın sınırsız boşluğunda, çok erken yaşlarda annelerinden ayrılmak zorunda kalan kalabalık bir çocuk kafilesinin içine düştüm. Çocuk sesleri hınca hınç doldurdu bıçak işlemez kör karanlığı. İç içe geçen sesler, bir süre sonra her ne kadar anlaşılmaz bir uğultu halini aldıysa da kulaklarımda, bütün o uğultunun içinde sanki aynı anda tekrarlanan bir kelime duyuluyordu. “Anne, anne” diye arkalarına bakan çocukların yüzünde kendi çocukluğumu gördüm o zifir karanlıkta.

Öyle bir trene hiç binmedim çocukken; trenle karşılaştığımda eşek kadar heriftim, katır götürmüştü beni şehirdeki yatılı okula.

İkinci Cihan Harbinin sonuna doğru, İtalya’nın güneyinde, kesif bir yoksulluk içinde debelenen, savaşın vahşetinden artakalmış, o yaralı halleriyle yeni doğmuş kuş yavrusunun kanadına benzer kırılgan bir hayata tutunmaya çalışan bir avuç insan... Büyüdükten sonra müthiş bir keman virtüözüne dönüşmüş kahramanımızın çocukluğu… Faşistler kovulmuş, kuzeyde komünistler idareyi ele almış savaşın belirsizliği içinde. Orada ekmek var, komünistlerde de merhamet… Napoli’den bir grup çocuğu, açlıktan ölmesin ve bir de mektep okusunlar diye Kuzey’e götürecek tren. Çocuklar gitmek istemiyor, birileri “sizi Rusya’ya götürecekler, orada kesip kesip yiyecekler” yalanını yaymış ortalığa.

Anneleri kalplerini rayların paslı, soğuk demirine bırakıp trenin onu ezerek üzerinden geçmesi pahasına çocuklarını bindirirler o trene.

Filmin finaline doğru, duyduğum anda beynime mıh gibi çakılan o cümle sanırım yaşadığım sürece hiç çıkmayacak aklımdan:

“Bazen gitmene izin verenler, seni yanındakilerden daha çok seviyordur.”

Öyle olmasaydı annem beni yatılı bölge okuluna bırakıp gidebilir miydi köye sahiden? Başta ne kadar suçlamıştım onu bensiz gitti diye. Yıllar sonra, “gitmeme ve orada kalmama izin verdiği” için hep minnettar kaldığımı söyledim ona defalarca. Ucuna küçücük bir kuş işlenmiş, patiska bezinden kar beyazı bir mendil verdi bana giderken. “Bunu yanından hiç eksik etme oğlum,” diye de tembihledi birkaç kez. (Öğretmen tırnak kontrolü yaparken o mendili sıranın üstüne koyup üzerine elimi koyamadım hiç, şahsi eşya kullanmak yasaktı o mektepte, hepimize tek tip mendil dağıtmışlardı, ben de annemin mendilini yatakhanede hep yastığımın altında sakladım.)

İstasyondaki tren, annelerini orada bırakıp, kalplerini küçücük evlatlarının yük taşımaya mecali olmayan cılız omuzlarına yükleyerek hareket ettiğinde, beyaz bir mendil çıkardı kadınlardan birisi; gözyaşlarını silerken, aklıma annemin verdiği mendil geldi.

*

Bazen bir filmden kısa bir enstantane, bir şiirden bir dize, bir hikâyeden bir pasaj, bir romandan bir paragraf, bir ezgiden bir nota, bir resimden bir fırça darbesi hiç beklemediğimiz bir anda, bir dünya armağan eder bize. Bir parmak düşürür tetiği ve hayallerimizin alnından vurulmuş gibi sersem sepelek düşüveririz, belki de o sırada aklımıza hiç gelmemiş olan o büyülü evrenin ortasına.

Tren hareket ederken o kadının -yoksa erkek miydi?- gözyaşlarını silmek için mi, yoksa çocuğun arkasından sallamak için miydi?- koynundan çıkardığı o beyaz mendili görünce, aklıma annemim beni yatılı mektebe bırakırken verdiği beyaz mendilden başka Yahya Kemal’in “sessiz gemi”sinin arkasından sallanmayan mendil; kırılgan şair Lorca kurşuna dizilirken gözlerini bağlanan kanlı mendil; köylülerin gündüz uyurken karasineklerden korunmak için yüzlerini örttükleri ter kokan mendil; Sezai Karakoç’ın “Liliyar”indeki “Üsküdar’dan geçer iken bulunan mendile” hiç benzemeyen “kutunun içinden çıkan mendil”; Ahmed Arif'in "mısralar serpeyim" dediği Leyle Erbil'e ait mendil; Celal’in vuruluşunu annesine duyuran türküdeki ipek mendil; Sait Faik’i edebiyat dünyasına sokan hikayesi “İpekli Mendil”, Edip Cansever’in “Mendilimde Kan Sesleri” şiirinde Ahmet Abisine kanama sebebini sorduğu mendil ve artık yerini kâğıt peçete aldığı için hemen hemen hiç kimsenin cebinde taşımadığı, sadece bazı şık beyefendilerin üst ceplerinde kravatını tamamlayan bir aksesuar olarak kalan eski zaman mendilleri aldı beni, çıkardı bir yolculuğa.

*

Sait Faik’in hikâyesinden başlayalım o halde. Ona yazarlık kapısını açan, hayatında, yazıp bir yerlerde yayınlanmış ilk hikâyesi olan “İpekli Mendil”in yazılmasının da bir hikâyesi var. 1954 yılında, “Amerikan Kolejlileri Yıllığı”nda bu hikâyenin hikâyesini, yazarı şöyle anlatır.

Bursa Lisesi’nde onuncu sınıf talebesidir Sait Faik. Edebiyat hocası bir ev ödevi verir sınıfa. Akşam, Sait Faik oturur, “İpekli Mendil” adını verdiği bir kısa hikâye yazar. Ertesi gün yazdığını verir hocasına. Hoca önce hikâyeyi okur, sonra yüksek sesle bütün sınıfa bir kez daha okur. Sait Faik, hocasının bu tavrına şaşırır, neden bütün sınıfa okumuştu hikâyeyi acaba? Sonra onu yanına çağırır hoca. Bütün sınıfın önünde, “Eğer böyle yazmaya devam edersen çok iyi bir hikâye yazarı olacaksın,” der. O da hocasının dediğini yapar, o günden itibaren ölünceye dek “çok iyi hikâyelerin yazarı” olarak kalır.

“İpekli Mendil” “Varlık” dergisinde, 15 Nisan 1934’te yayınlanır.

Bursa’da ipek fabrikasında çalışan bir işçi, akşam fabrikadan çıkarken, eğer bekçi şehre gelmiş olan cambazları seyretmeye gitmeyecekse, onun yerine nöbete durmasını rica eder ondan. O da kabul eder, gecenin bir vakti, el ayak çekilmişken fabrikayı dolaşmaya çıkar. Kızların çalıştığı bölümde bir çıtırtı duyar, el fenerini yakarak sese gider, kaçan iki kişi görür, kovalamaca sonucu birisini yakalayıp nöbetçi kulübesine getirir. Hırsız daha çocuktur, ellerinin içinde kırarcasına sıktığı eli ufacıktır, gözleri pırıl pırıldır. Ellerini bırakır, hırsız küçücük bir çakıyla ona saldırır. Parmağını yaralar. Tekrar yakalar onu, ceplerini arar, biraz kaçak tütün, bir iki sigara kâğıdı, bir de temiz mendil çıkar hırsızın üzerinden. Kanayan parmağına o tütünü basar, mendilini yırtar, onunla da yaralı parmağını sarar, kalan tütünle de iki cıgara… Karşılıklı tüttürür, konuşmaya başlarlar. On beş yaşında falandır hırsız. Aslında bu işler adeti değil ama birisi varmış mahallede, aşıklısı, sevdalısı, ondan ipekli bir mendil istemiş, parası yok çarşıdan alsın, o da böyle bir çareye baş vurmuş! Muhabbet ilerler, ahbap olurlar. Vakit gece yarısını bulur, saat on ikiye gelirken, cambaz bitecek, kapıcı birazdan gelecek. Ona ipekli bir mendil vermeden hırsızı serbest bırakır, ama biraz sonra kapıcı ile hırsız tekrar girerler kulübeye. Bekçi onu yakalamış, epeyce hırpalamış, bereket patron görmemiş, yoksa onu polise teslim edermiş. Çok korkuturlar, çocuk ağlamaz. Bırakırlar, “azat edilmiş bir kırlangıç gibi” fırlar hırsız, “ay ışığını ve mısır tarlasını keskin bir kanat gibi sıyırarak” kaçıp gider.

Hikâyenin bundan sonrasında anlatıcı kendinden bahseder. O zamanlar fabrikada, imalathanenin üstündeki bölmede yattığını söyler, mehtaplı gecelerde burası muhteşem bir yerdir. Yattığı yerin penceresine yakın bir dut ağacı var “Ay ışığı dut yapraklarından” süzülmüş, “odaya para pare” dökülmektedir. Uykusu hafiftir, o gece sabaha karşı dışarıdan gelen bir gürültüyle uyanır. Dut ağacında birisi var! Korkar, çıkamaz yatağından. Biraz sonra açık duran pencereden bir hayalet belirir. O, evet o küçük hırsız geri döndü demek. Hırsız yatağının yanından geçerken gözlerini kapar. Dolapları karıştırır hırsız. İstiflerin altını üstüne getirir. Sesini çıkarmaz, her şeyi alıp götürse yine de sesini çıkarmayacak. Yarın kovulacağını bile bile susar. Hırsız yine geldiği gibi bomboş, sessiz sedasız pencereden sıyrılıp gider. Bir anda bir dalın kırılma sesi gelir kulağına. Düşmüştür. Yataktan çıkar, aşağı iner, çocuğun başında kapıcıyla birlikte birkaç kişi birikmiştir. Ölmek üzeredir. Kapıcı, sımsıkı yumruğunu güçlükle açar çocuğun. “Avcunun içinde bir ipekli mendil su gibi fışkırır.”

Hikâye şu cümleyle biter:

“Ya… İyi, halis ipekli mendiller hep böyledir. Avucunun içinde istediğin kadar sıkar, buruşturursun; sonra avuç açıldı mı insanın elinden su gibi fışkırır.”

*

Edip Cansever kendine şair demezdi, ona göre o, “Hiç kimselerin ilgilenmediği bazı olayların tarihçisi”ydi. Her uzun şiiri, bir şiir-hikâye, bir şiir-romandır adeta. “Ruhi Bey” de öyle, “Tragedyalar” da, “Manastırlı Hilmi Bey’e” yazılan mektuplar da, “Mendilimde Kan Sesleri” de öyle, başka uzun şiirleri de… O bir şiir “yapıcısı”ydı, zira ona göre şiir yazılmaz “yapılır”, yazılan yazıdır. Kanın bir sesi olabileceğini, Yaşar Kemal’den önce o söyledi bize. “Mendilimde Kan Sesleri” önce Mehmet Fuat’ın “Yeni Dergi”sinde yayınlandı.

“Güzel Ahmet abidir” şiirin kahramanı. (Hemen telaşlanmayın, şiiri açıklamaya kalkışmayacağım, şiirin, hele İkinci Yeni şiirinin şerh edilemeyeceğini bilirim, divan şiiri değil ki, İkinci Yeni şiiri açıklanamaz, olsa olsa yorumlanabilir.)

“Ah güzel Ahmet Abim, insan yaşadığı yere benzer”

“O yerin”, suyuna, toprağına, suda yüzen balığına, toprağı iten çiçeğine, dağlarına, tepelerin dumanlı eğimine, Konya’nın beyaz, Antep’in kırmızı düzlüğüne, göğüne, denizine, evlerine, sokaklarına, köşe başlarına, avlularına, sözlerine, bir gün birinin bir adres sormasına, üzünçlü bir ev görüntüsüne, camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına, cıgara yakımına, gazoz açımına, minibüslerine, gecekondularına, hasretine ve yalanına benzer.

Ahmet Abi ve ona hikâye anlatan anlatıcının yaşadığı coğrafyanın “Anısı ıssızlıktır/Acısı bilicidir.” Öyle bir halk yaşıyor ki, Ahmet Abi ile anlatıcının üzerinde yaşadığı coğrafyada, kendini bildi bileli dinmiyor gözyaşları (belki de bu yüzden bir zamanlar herkes cebinde bir mendil gezdirirdi), o gözyaşları ki her damlası bir bıçak, o bıçak ki her gün birisini yaralamakta. Ahmet Abi de kederlidir, anlatıcı da hüzünlü, tıpkı aynı coğrafyada aralarında yaşadıkları halk gibi. Gülmeyi çoktan unutmuş ikisi de çünkü, “…gülmek, bir halk gülüyorsa gülmektir.”

Ahmet Abi de anlatıcı da çok benziyorlar Türkiye’ye. Çok şükür iç savaş yaşamamış bir ülkedir Türkiye, ama çok kıtlık görmüş, çok felaket yaşamış, kardeşim dememiş çok insan birbirine kıymış. Zelzele yok etmiş şehirleri, gurbet hep keder olmuş oturmuş içine, hep asker yolunu gözlemiş, savaşlara gidenlerin çok azı geri dönmüş, gurbete gidenlerin çoğu bir daha geri dönmemiş, burada karını doymamış, çıkmış Almanya yolculuğuna, el kapılarını süpürmüş, kenefini paklamış. Birileri kendini hep “vatanın kurtarıcısı” görmüş, durmadan darbe yapmış, başbakan asılmış, gencecik çocuklar darağacına gönderilmiş. Öyle bir memleket ki Türkiye, “Dağılmış pazar yerlerine benziyor”, ince hasatlıktan mustarip olanlar, sapır sapır düşerken kara toprağa, geride hep “kanayan mendilleri” kalmış.

İşte böyle bir memleketin şiiridir “Mendilimde Kan Sesleri”…

*

12 Mart askeri darbesiyle birlikte, memlekette ne kadar solcu yazar, şair, fikir adamı varsa alırlar içeri. Onlardan birisi de Edip Cansever’in mektuplarında yer yer “Reis” diye hitap ettiği Erdal Öz’dür. “Defterimde Kuş Sesleri” kitabında o hapishane günlerinden bahseder Erdal Öz. Edip Cansever’in “Mendilimde Kan Sesleri” şiiri, o hapishanedeyken çıkmış Mehmet Fuat’ın “Yeni Dergi”sinde, eşi dergisinin eski sayıları toplayıp hapishaneye getirmiş. Koğuşta okur o şiiri. Kitabına verdiği “Defterimde Kuş Sesleri” adı bu şiirden mülhemdir. Ama sanki işin içine biraz da Cemal Süreya karışıyor. Cemal Süreya’nın “Kars” şiiri “Nasıl olsa yine bir gün/Döneriz bu yollardan geri/Senin bir elinde bir mendil/Öbüründe kuş sesleri” dizleriyle biter. Cansever’in mendilinde “kan sesi”, Süreya’nın bir elinde mendil, boşta kalan öbür elinde “kuş sesleri” var. Erdal Öz ise sanırım ikisinden “Defterimde Kuş Sesleri”ni yapmış.

Yeni Dergi’nin eski sayılarını karıştırmaktan vazgeçer Erdal Öz, bir hediye gibi karşısına çıkmış olan Edip Cansever’in şiiriyle boğuşmaya başlar koğuşta. Bütün gün sadece o şiiri okur. “Her dizesi kanıma işledi” diye yazar. Kaç kez, kaç kez üzerinde düşünür sayısını kendisi de unutur. “O Malatya kokan, Nazilli kokan istasyonları” hatırlar, onları ne çok özlediğini düşünür.

Edip Cansever, onun en yakın arkadaşıdır. Yıllar yılı o Ankara’da Cansever İstanbul’dayken mektup yazmışlar birbirlerine. Edip Cansever’in her bir mektubu bir şiir. Birbirinin her şeyini biliyorlar ama Erdal Öz bu şiiri okuduktan sonra Edip Cansever’in askeri darbe sonrasında yaşanan hadiselerden, genç ölümlerden bu kadar etkilendiğini, acı duyduğunu, bu kadar yoğun bir hüzün yaşadığını; bu hüznü, bu kederi, bu acıyı bu muhteşem incelikle şiirleştirebileceğini kendi deyimiyle “doğrusu ondan” beklemiyordu, çünkü Cansever TİP’liydi, maceracı solcu gençlerin banka soyarak, ellerindeki altı patlar tabancalarla devrim yapabileceklerine inanmıyor, bu yüzden Erdal Öz şaşırır, bütün gün o şiirle yaşar, dolaşır, birçok dizesi, birçok bölümü hafızasına, yüreğine kazılır. Günlerce o şiirle yatıp kalkar. Umudu daha da büyür. Demek herkesi sindirememişler, demek bizim pek bir şey beklemediğimiz şairlerimiz pek de o kadar sinik değilmişler, Deniz Gezmiş ve arkadaşları darağacına çekilmiş, onları anlatan “Gülünün Solduğu Akşam” kitabının adını da Edip Cansever’in bir dizesinden almış, şimdi okuduğu şiir ise ona göre “darmadağın edilen gencecik insanların adına yazılmış müthiş bir ağıt”tı ona göre. Bir gün çıkarsa eğer hapishaneden bu şiir üzerine Edip’le uzun uzun konuşmayı düşünür. Ona göre “bu şiirde bütün bir 1971’in 1972’inin izdüşümü var. O yılların yaşanmışlığının şiir düzeninde değiştirilmiş gerçekliği var. Bu şiir kadar güzel bir öykü yazmak istediğini söyler.

*

O şiiri okuyan herkes gibi Erdal Öz de şiirde geçen Ahmet Abi’yi merak eder. Sahi kim ola bu Ahmet Abi?

Kitapçılıktan başka bir iş yapmamış ama Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını idamdan kurtarmak için uçak kaçırmaktan yargılanan Erdal Öz, nihayet aklanır ve dışarı çıkar.

Cansever’in Kapalıçarşı’daki Antikacı dükkânına gider. Cansever, asma katta, tavan penceresinde gökyüzünün göründüğü yazıhanesinde hep yaptığı gibi şiir yazıyor o sırada. İki eski dost Boğaz’da bir yere giderler, mitili bir meyhaneye sererler. Erdal Öz durmadan “Mendilimden Kan Sesleri”nden bahseder. Ezberlediği dizleri okur, hayranlığını bir de yüzüne söyler dostunun, yarasını gösterir. “Sahi kim bu Ahmet Abi Edip, neden tanımıyorum ben, oysa biz birbirimizin bütün dostlarını tanırız…” der. Edip Cansever sadece gülümser. Muhabbet uzar, ama Erdal Öz’ün aklında hep Ahmet Abi, söz firar ettikçe tutup ona getirir, Edip Cansever, gülümseyerek “gerçekten de tanımak istiyor musun?” der ve kalkarlar. İskeleye bağlanmış küçük bir morcuyla Cansever pazarlık yapar, “bizi Göksu”ya götür” der, motora binerler. Göksu koyunda Edip Bey balıkçılara Ahmet Abi’yi sorar, “bugün gelmedi, evdedir galiba” derler.

Vururlar yokuşa. Soluk soluğa dik bir bayır çıkarlar, tam tepede, alçak taş duvarla çevrili, tek katlı şirin bir evin önünde dururlar. Avlu kapsında Edip Cansever, “Ahmet Abi” diye seslenir ve zile basar. Kapıyı bir kadın açar. Cansever Ahmet Abi’yi sorar, kadın tanıyor şairi, “Edip, canım benim sen misin” der, sarılır, “Evet, Ahmet evde, girin hadi” der sevinçle. Kapıda da, “Ahmet, bak kim geldi” diye içeri seslenir. Onlar içeri gireceklerine Ahmet Abi dışarı çıkar. Sarılırlar, Ahmet Abi aceleyle avluya masa kurmaya kalkışır. Karısı masayı donatırken Erdal Öz Ahmet Abi’ye bakıp, karısını göstererek, ezberlediği şiirden şu dizeleri okur yüksek sesle:

“Ve sana Ahmet Abi

Uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki

Sofranı kurardı

Elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı”

Ahmet Abi, şiiri ezber okuyan Erdal Öz’ü sorar, Edip Cansever Deniz Gezmiş’le aynı koğuşta yatmış “uçak kaçıran anarşist” yazar, yayıncı Erdal Öz’ü tanıştırır ona, Ahmet Abi’nin Erdal Öz’e kanı daha da kaynar, söz genişler, Mahir Çayan ve arkadaşlarına, oradan Kızıldere’ye gider. Ahmet Abi gençlerin kendilerini ve başkalarını heba etmelerine içerler, “ne diye apartman aralarında kabadayılığa kalkıştınız be çocuklar” diye kızar, “Ahmet Abinize gelecektiniz, alacaktı sizi takasına, Karadeniz’e açılacaktı” der. Erdal Öz, Ahmet Abi’nin yanaklarından süzülen iki damla gözyaşını hiç unutmaz.

Ahmet Abi bir “eski tüfek”ti. 1951 TKP tevkifatında girmişti içeri, uzun süre hapis yatmıştı, çıktıktan sonra 1 Mayıs’ta tekrar tutuklanmıştı. Edip Cansever onu Çiçek Pasajı’nda, içki sofrasında tanımıştı. Çabuk alışmıştı ona. Ve onu, o meşhur şiirinin kahramanı yapmıştı.

*

Napoli’den o çocuk dolu tren kalkarken, bir annenin gözyaşlarını silmek için çıkardığı mendili gördüğümde aklıma Edip Cansever’in şiirinin son dizeleri takıldı:

“Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar

Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar

Mendilimde kan sesleri”

Karanlıkta Ahmet Abi’nin sesine benzer bir ses cevabı fısıldadı kulağıma:

“Başka çaresi yok da bu yüzden Edip kardeş.”

*

(“Mendilimde Kan Sesleri”ni dinlemek isteyenler için Berrin Ötenel ile Rüştü Asyalı’nın yorumuyla buraya alıyorum.)

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar