Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Nihal Bengisu Karaca Kırmızı çizgileriniz olsun

        Ülke hakikaten çok yorucu. Gündem mütemadiyen çalkantılı.

        Daha dün Kemal Kılıçdaroğlu’na karşı açılan davanın ilk duruşması oldu. Kitlenin duruşmaya yönelik ilgisini, destek vermeye giden siyasetçi profilinin çeşitliliğini görenler "Acaba hata mı ettik, ayrışmaları derinleştirelim derken daha da mı birleştirdik?” diye sormuşlar mıdır bilmiyorum. Ama biraz öyle oldu.

        Muharrem İnce bile oradaydı. Deva Partisi’nden en İdris Şahin, Gelecek Partisi’nden Selçuk Özdağ gelmişlerdi. Mithat Sancar da vardı, Ümit Özdağ da.

        14 Mayıs’tan sonra un ufak olan Millet İttifakı'nın hayaleti, ittifakta olmayan parti profillerinin de katıldığı bir ortamda bir anlığına cisimleşti ve bunu herkes gördü.

        Bir anlığına.

        “Ekrem İmamoğlu neden yoktu?” sorusu önem kazandı öyle olunca. Bence İmamoğlu gibi "Ahmet Davutoğlu ve Ali Babacan neden yoktu?" diye de sorulmalıydı, elbette bahsi diğer.

        Peki bahse değer olan ne?

        Son yıllarda o kadar çok siyaset ve basın erbabı yargı karşısına çıktı ki, Kılıçdaroğlu ne ilk ne de sondu.

        Konu şahıs değildi. Konu bir siyasetçinin 2013 yılında sarf ettiği sözlerin haklı mı haksız mı olduğu değildi.

        Konu yasama dokunulmazlığı olmadan bu ülkede siyaset yapılamayacağı, muhalefet diye bir şeyin kalmayacağı gerçeğiydi.

        Konu anayasaydı özetle.

        Yasama dokunulmazlığını düzenleyen Anayasa Madde 83/1 şöyle der: “Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, Meclis çalışmalarındaki oy ve sözlerinden, Mecliste ileri sürdükleri düşüncelerden, o oturumdaki Başkanlık Divanının teklifi üzerine Meclisçe başka bir karar alınmadıkça bunları Meclis dışında tekrarlamak ve açığa vurmaktan sorumlu tutulamazlar.”

        CHP içindeki ayrışmalarmış, çatlaklarmış onlar sonraki işler. Bu davanın önemi hukuk devletinin temelindeki bir nosyona, anayasanın seçilmişlere tanıdığı, yani aslında millet iradesini temsil etmek üzere mecliste bulunan ve siyaset yapmakla görevli olanlara tanıdığı var olma hakkına sahip çıkma meselesi.Yasama dokunulmazlığı olmadan hukuk devleti de olmaz. Siyasetçinin yargı yoluyla sindirildiği yerde de demokrasi, denetim, şeffaflık ve yöneten muktedirin hesap verebilirliğine dair tüm beklentiler buharlaşır gider.

        Duruşma devam ederken Fatih Altaylı ve İsmail Saymaz’la ilgili soruşturma başlatıldığını öğrendik. 4. Kuvvet olarak anılan, çünkü tıpkı yasama organının nüveleri gibi iktidarı denetleyen ve şeffaf olmaya zorlaması gereken medyayı yine yargı eliyle sindirmek de,devletin anayasa tarafından tarif edilmiş ‘demokratik’ niteliği ile örtüşmüyor.

        Hoş diyeceksiniz ki, daha neler var neler.

        Devlet Bahçeli’nin 22 Ekim çıkışına sevinirken, akabinde Ahmet Özer’in belediye başkanı olduğu Esenyurt Belediyesi’ne ve DEM’li üç belediyeye kayyum atanması var. Dün akşam bunlara Tunceli ve Ovacık da eklendi.

        Bu kayyumlu sıkıştırma yönteminin nedeni TUSAŞ saldırısına karşı hükümetin sadece askeri bir karşılık vermekle yetinmek istememesi, ayrıca siyasi bir karşılık da vermeyi tercih ederek süreçte aldığı/alacağı inisiyatifi berkitmek istemesiydi.

        DEM Parti içinde yer alan ve Öcalan’ın muhtemel çağrısına ayak direyeceği varsayılan DEM Partili unsurlara cevap olması planlanmıştı. Belli ki bu plan, diş gösterme siyaseti, devam ediyor ve edecek.

        Peki buna itiraz etmek DEM’in yürüttüğü siyaseti onaylamak mı olacak?

        Ekrem İmamoğlu’na karşı yürütülen ‘ahmak davası’ sindirme siyasetine karşı durursanız, "Bir dakika arkadaş bu doğru değil" derseniz İmamoğlucu mu olacaksınız sanıyorsunuz?

        Bakın yine aynı noktaya geliyoruz. Konu o değil.

        Konu yine seçilmişlerin hakları. Onları seçenlerin iradelerinin ipotek altına alınmasına karşı olmak.

        Burada da yine, "Kayyum atamalarına karşı çıkmak CHP’ye oy kaybettiriyor" gibi analizlerden önce ilk yapılması gereken, basit, çok basit bir prensibin yanında durmak ve o duruşu DEM’e yapılacak tüm eleştirilerle beraber olabildiğince sürdürebilmektir diye düşünüyorum.

        Şahsen daha Bahçeli’nin 22 Ekim çıkışı ve çağrısı gerçekleşmeden bir hafta önce, olabilecek tüm çözüm ya da demokratikleşme çabaları için sürekli İmralı’yı işaret eden DEM’i oldukça ağır bir biçimde eleştirmiş, "O zaman siz niye varsınız?" sorusunu sormuştum. O yazıda “Madem DEM kendisini seçmeninin iradesini temsil eden bağımsız bir varlık, bir aktör olarak görmüyor o zaman devlet, iradesi ve etkisi olanı istihdam etmeli, Öcalan’la görüşülmeli” tavsiyesini de yapmıştım.

        Ancak…

        GEREKMİYOR

        Kayyuma karşı olmak için DEM’e sempati beslemek gerekmiyor.

        Gazetecilerin susturulmasına karşı olmak için soruşturmaya konu olan gazetecilerin fanı olmak gerekmiyor. Kılıçdaroğlu’na karşı 11 yıl 8 ay hapis cezası talebini içeren davanın ne kadar ağır ve yasama dokunulmazlığını oyuncak mesabesine indirgeyen bir yaklaşım olduğunu görmek ve itiraz etmek için Kılıçdaroğlu’na oy vermiş olmak gerekmiyor.

        Bu arada Adalet Bakanı’nın bu davayı diğer bütün siyasetçiler için ‘ibretlik’ yapma amacını ortaya koyan ve yargının siyasetin güdümünde olduğu eleştirilerine haklılık kazandıran sözlerine karşı olmak için de Yılmaz Tunç’a nefret duymak gerekmiyor.

        Aynı zamanda, Türk tipi başkanlık modelinin adil olmayan güç dağılımının, daha doğrusu gücün tek elde toplanmasına sebep olan dizaynının bu ülkede giderek daha fazla can yakacağını öngörmek için Cumhurbaşkanı Erdoğan’a kin duymak gerekmiyor.

        Gidişatla ilgili kaygılarımız, korkularımız var diye hükümetin ya da Bahçeli’nin Kürt meselesinin çözüm yolunu açabilmek için ‘önce silahları susturmak gerektiği' düsturuyla yapmış olduğu güçlü çıkışları yok saymak gerekmiyor

        Öte yandan Kürt meselesi nihayet yeniden konuşulabilir oldu diye sevindirik olup, olmakta olan diğer şeyler olmuyormuş gibi, dertler üst üste birikmemiş gibi ‘as bayrakları as as’ şeklinde davranmak gerekmiyor. Hepsini ayırarak ayrı dosyalar halinde ele alma hakkımız yokmuş, biz sadece hayal görmüşüz sanmak gerekmiyor.

        Çoğaltabiliriz…Yürütmenin onay alamayıp şekillenemediği ya da gensoru ile devrildiği, ülkenin hükümetsiz kaldığı dönemler parlamenter modelin yegane kaderiymiş gibi saçmalamak gerekmiyor.

        Bu ülkede parlamenter model varken yaşadığımız sıkıntıları aşabilecek parlamenter model yapıları önerildi, unutmak gerekmiyor. Seçim kaybedildi diye bu ülkeye uyan, uyduğu anlaşılan tek yöntemin güçlendirilmiş parlamenter model olduğu gerçeğinden vazgeçmek gerekmiyor.

        Sistemin aksayan yürümeyen taraflarını görmezden gelen gerçek bir değişim ideali olmayan kimseyi, hiçbir cumhurbaşkanı adayını ciddiye almak gerekmiyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, dönüp dolaşıp "Ay valla fenalık geldi, ben de istemiyorum artık" derse bu kez de sırf o değişmek istedi diye değişimden vazgeçmek gerekmiyor.

        Ülkenin büyük meseleleri, demokrasiden yargıya, sağlık sisteminden kadın ve çocuk cinayetlerine kadar birçok sorunu var diye bugün 17 bin TL ile geçinmeye çalışan ve bu uğurda her şeyini tehlikeye atan insanlarını unutmak gerekmiyor.

        15 Temmuz’da gerçekleşen darbe girişimini tüm varlığımızla lanetliyoruz diye 15 Temmuz’la ilintilendirilen bir sürü insanın, hasta mahkumun hala cezaevinde olduğunu unutmak gerekmiyor. İnfaz yasasına göre cezalarını evde çekmeleri gerekirken, engelli çocukları, yatalak anneleri varken hala cezaevinde tutulan kadınlara yok hükmündelermiş gibi bakmak hiç ama hiç gerekmiyor.

        Hiçbir duygu, siyasi görüş adına asgari hukuk ve ahlak bilgisinden taviz vermek gerekmiyor.

        Hülasa, somut olgu ve vakalar hakkında dört saniyede fikir sahibi olup, bazı meselelerin aşılamayacak değişmeyecek kırmızı çizgilerle çerçeveli olduğu gerçeğinden yüz çevirmek gerekmiyor.

        Ne gerekiyor biliyor musunuz? Bir iki prensip, birkaç kırmızı çizgi.

        İster dünya yansın, ister denizler taşsın, isterse hayatta kalabilecek kadar adapte olma adına kuyruğunuz çıksın; ne olursa olsun, temel adalet bilgisini ve ahiret gününe sözde değil özde inancı muhafaza edecek o ışığı tekrar tekrar yakmak gerekiyor.

        Muhafaza edecek bir değerin yoksa değil hukuktan taviz vermek, yolda öylece yürürken bile insanlıktan çıkabiliyorsun. Hem de hiç gerekmiyor iken.