Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Fatih Terim Fonu adı altında tezgahlanan ponzi oyununda birikimlerini kaybeden futbolculara üzülen var mı, bilmiyorum. Tıpkı gösterişli hayatlarını gözümüzün önüne sokan ve şimdi kara para aklamaktan dolayı hapis yatan ya da haklarında soruşturma başlatılan sosyal medya fenomenleri gibi. Gelir adaletsizliğinin hızla büyüdüğü, zenginin daha da zengin olduğu bir dünyada en tepedekilerin yaşadıkları kayıplara karşı empati duymak zor.

        Bir tarafta çeşitli güç odakları tarafından kullanılmış ve doğal olarak ömürlerini tamamlamış magazin figürleri var. Hiçbir emek vermeden kazandıkları servetle bir hayatın sonsuza kadar süreceğini gerçekten düşünmüş olmazlar değil mi? Fatih Terim Fonu’nu organize eden şube müdürünü inceleyen Denizbank müfettişleri “ortalama zekaya sahip bir kişi”den dolar bazında yüzde 253 getiri vaadine inanmasının, belgelerden şüphelenmemesinin, paranın üçüncü kişinin hesabı üzerinden ve elden verilmesinden kuşku duymamasının beklenmeyeceğine işaret ediyor. Magazin yıldızları da tıpkı futbolcular gibi ciddi bir akıl tutulması yaşamış demek ki.

        İNSANIN AÇ GÖZÜ

        Eskiden Merkez Bankası’nın faiz kararları sadece belli bir kesimin ilgisini çekerdi. Ama son iki yıldır sokağın gündemi oldu, karar adeta maç sonucu beklenir gibi takip edilmeye başlandı. Ekonominin gidişatı herkesin gündemi, futbolcuların da bu gerçeklikten bihaber olduklarına inanmak hakikaten zor. Ama bunun ötesinde çok temel bir doğa kanunu da var: herhangi bir şey gerçek olamayacak kadar iyiyse, hemen her zaman gerçek değildir. Kolay kazancın cazibesinden bu basit gerçeği bile hatırlamayacak kadar gözlerinin kamaştığı anlaşılıyor.

        Paran mı var derdin var, doğru bir tespit. Para sahibi olmak, daha doğrusu çok para sahibi olmanın böyle zararları oluyor. Özellikle paradan para kazanmak, tıpkı kumar oynamak gibi, bağımlılık yapar. Bir gecede edinilen servetin kolaylığının verdiği hazın yerini tutacak başka bir heyecan bulmak kolay değildir. Paranın parayı çektiği de doğrudur, ama bunun için George Soros ya da Warren Buffett olmak gerekir. Bir başka deyişle, şahsen de tanıdığım Arda Turan ya da Emre Belözoğlu’nun aklının almayacağı kadar derin bir finansal bilgi gerekir.

        Pek çoğumuz finans dâhisi değiliz. Bu gibi ponzi oyunları arttıkça, finansal okuryazarlığının temel eğitimin bir parçası olması gerektiği anlaşılıyor. Bankaların dolar mevduatına sıfır faiz verdiği, devleti yönetenlerin yıllardır bas bas bağırarak dövizle yatırıma karşı çıktıkları bilindiği bir ortamda belki o zaman sıradan bir birey de yüzde 253 faiz oranından kuşku duyar. Bir de iktidara yakın olmakla övünmüyorlar mıydı? Demek ki devlet büyüklerini dinlemiyorlarmış.

        Finansal okuryazarlık bile sınırlı bir korunma sağlar, çünkü asıl problem insanın açgözlülüğüdür.

        80’li yılların ruhu “Wall Street” filminin karakteri Gordon Gekko’nun açgözlülüğün iyi olduğuna dair hayat felsefesiyle anılır. Bu dönem yatırımcıların altın çağıydı. Sonradan finansal çöküşlerle iyice sınandılar; kimi dolandırıcılıktan hapsi, kimi bütün birikimleri kaybettiği için intiharla beton zemini boyladı.

        Bilgiye erişimin her zamankinden daha kolay olmasına rağmen günümüzde insanlar kandırılmaya, dolandırılmaya daha da meyilli sanki. Şu son birkaç sene içinde NFT gibi bir saçmalığa inandılar, devletlerin para birimi karşılığında kripto paranın bir şansı olduğunu düşündüler. FTX’in çöküşü, Binance sahtekarlığının ortaya çıkması 2008’deki sigorta şirketleri ve bankaların batmasıyla tetiklenen krizi ne kadar andırıyor.

        İnsanın açgözlülüğü oldukça tarihin tekerrür etmemesi olanaksız. Bu canlı türünün yaygın bir özelliği de hatalarından ders almaması, terbiye olmamasıdır. Banker Kastelli’den Bernie Madoff’a ve Fatih Terim Fonu’na farklı ülkelerden, farkı dönemlerden, farklı insanları birbirine bağlayan ortak desen budur.

        İnsan kendi açlığını kontrol altına alamıyorsa veya elindekiyle tatmin olmuyorsa kolay yoldan servet edinmek için her fırsatı zorlar. Magazin figürleri gibi birilerinin üzerinden para aklamasına itiraz etmez, çünkü masaya düşecek ekmek kırıntıları bile kendi kazanacağı paranın bazen yüzlerce katı olabilir.

        Çok parası olanlar da açlıktan muaf değildir, çünkü başkalarının daha fazla parası vardır. 10 sene öncesinin uluslararası futbol yıldızı olmaya aday Emre Belözoğlu ya da Arda Turan bugün Arap ülkelerinin futbolculara servet dökmeye başladığı treni kaçırdı mesela. Bunun küçük erkeklerin ego’larında nasıl bir yaraya yol açtığını tahmin etmek zor değil. Tahmin edemeyen erkekleri hiç tanımıyor olmalı.

        Birilerinin her zaman bizden daha fazlası olacaktır. Eşitsizlik insanın doğasında, bedeninde var sonuçta; iki erkek arasındaki fark sadece teknelerinin büyüklüğü değildir. İnsanın kendi bedeniyle olduğu gibi bazen banka hesabıyla da barışması şarttır. Sonuçta bu futbolcular da bugüne kadar kazandıklarıyla iyi otomobillere bindiler, iyi evlerde oturdular, iyi kadınlarla birlikte oldular. Ama insan, kusurlu yaratık, yetinmeyi bilmez.

        FUTBOLCUNUN PARASI

        Futbolcuların parası, tıpkı müzik ya da film yıldızlarının aldıkları ücretler gibi, her yerde her zaman tartışma konusu olmuştur. Futbol, basketbol, film ya da sahne yıldızlarından beklentimiz hayırsever iş adamlarının aksine bina dikmeleri ya da bağış yapmaları değildir. Onlara ödenen abartılı meblağın karşılığında tek istediğimiz toplumun mutluluk endeksinin yükselmesine katkıda bulunmalarıdır.

        Takımımız maç kazandığında veya dünya şampiyonu olduğunda hiç tanımadığımız insanlarla oluşturduğumuz hayal topluluğun üyeleri olarak tarif edilemez bir haz alırız. Bir şarkıcının üç-beş dakikalık bir parçasında bazen bütün hayatımızı buluruz.

        Ben Tom Cruise’a kendimi borçlu hissediyorum mesela. Her yaz beni iki buçuk saat boyunca sinema salonuna getirtiyor ve hayattan koparıyor. O iki buçuk saatin her saniyesinde kendimi çok mutlu, bazen hiç olmadığım kadar mutlu oluyorum ve bunu bana yaşatan insanın ne muradı varsa olması için adeta dua edecek noktaya geliyorum. Star’larla hayranları arasında böyle bir ilişki kurulabilir bazen.

        Fatih Terim’in, Emre Belözoğlu’nun veya Arda Turan’ın da bize böyle mutluluklar yaşattıkları anlar oldu. Ama hiçbiri yakın tarihli değil, hemen hepsi çok seyrek ve uzun aralıklı. Bir milyar dolar serveti olduğu tahmin edilen 38 yaşındaki LeBron James hala şampiyonluk yaşatmak için canla başla çalışıyor. Her yıl sadece kendi beslenmesine iki milyon dolar harcadığı tahmin ediliyor, çünkü işini gereği bu. Bruce Springsteen’in konser biletleri pahalı ama sahnede neredeyse dört saat kalıyor—74 yaşında—ve tek bir seyirci bile tatmin olmadan inmiyor.

        Ben geçen sene futbolu bırakan Arda Turan’ın kendisine tanınan en büyük fırsat olan Barcelona’yı hafta sonları İstanbul gece hayatında gezmek için bonkörce harcadığını hatırlıyorum. Bir de göbeğini... 16 yaşında sahaya çıktığında heyecanla izlediğim ve futbolun geleceği olduğuna inandığım Emre Belözoğlu’nun ise yıllar içinde sportmenlik adına bildiğimiz ne varsa tam tersini temsil ettiğini. En başta, hayallerimize ihanet etti. Fatih Terim ise arka arkaya başarısız olduğu için kovulduğu Milli Takım teknik direktörlüğünden üç buçuk milyon Euro tazminatla ayrıldığı kolektif belleğimizden henüz çıkmadı herhalde. Banka batıran CEO’ların görkemli kovulma paketleri gibi, evet, belki sözleşme gereğiydi ama vicdani ve ahlaki miydi bilinmez.

        Bu insanların tek bir görevi vardı, ama bunu bile başaramadılar. Bugün ponzi oyununu başlatan banka yöneticisinin kendilerine borçlu olduğunu söylüyorlar, ama kendilerinin de topluma bir borçları olduğunu unutuyorlar.

        ALMANCA O KELİME

        Wall Street’in servetine servet kattığı o altın yıllarda New York Times gazetesinde Almanca bir kelime yeni yeni belirlemeye başladı. Gazetenin arşivlerinde 1980’den önce başkalarının acısından keyif almak anlamına gelen “schadenfreude” kelimesine rastlanmıyor. 1985’te bir kez, 1990’da üç kere, 1995’teyse yedi kere kullanılıyor. 90’larda birden sıçrama yapıyor, 2000’li yıllardaysa entelektüel görünmek istediği için süslü kelimeleri yaygın kullanmak isteyenlerin kelime haznesine giriyor; oksimoron gibi.

        Dolara yüzde 235 faiz oksimoronu gibi, “schadenfreude” de insanların tam anlamını yaşayarak öğrendikleri bir kelime. 1980’den önce kapitalizm bu kadar azgın değil, orta sınıf hala etkili ve insanların çoğu çalışılarak iyi bir hayat kazanılacağına inanıyordu. Amerikan Rüyası da buydu, Türkiye gerçekleri de. Bu yüzden pek azımızda “oh olsun”duygusu vardı; olanlar da zaten kınanırdı.

        Bugün küresel ölçekte zenginle fakir arasındaki uçurumun büyüdüğü, orta sınıfın ezildiği bir dünyada—Hotel de Russie’nin bir geceliği kaç para oldu, biliyor musunuz? “Schandenfreude” artık ayıp değil, bir adalet arayışını açıklıyor. Toplumsal adaletsizlik mağduriyeti karşılığında alınabilecek tek tazminat basit ve ilkel bir “oh olsun” duygusu.

        Üzgünüm ama çok da üzgün değilim. Kimse dolandırılmayı, kazandıklarını haksız yere kaybetmeyi hak etmiyor. Belki Fatih Terim Fonu’nun mağdurları bu mağduriyetlerini bir tür vergi kesintisi ya da piyasanın kendi kendini düzeltmesi olarak yorumlayabilirler. Kapitalizm bazen böyle kendi varlığını sürdürür; kendi varlığının sürmesi için hayatını adayanlara da bedel ödeterek ayakta kalır. Cami avlusunda dilenecek noktada da değiller; ev-tekne duruyor.

        Kim bilir, belki değer biçme yapıldığında Fatih Terim Fonu mağdurlarının aslında işlerinin karşılığının 10 milyon dolar değil de 100 bin dolar olduğu ortaya çıkacaktır. Bakiyede bir eksiklik varsa olursa aradaki farkı yargıdan değil Fatih Terim’den talep edebilirler. Hem ne kadar “baba” olduğu ortaya çıkar, hem de anladığım kadarıyla bu hayali fondan pek de mağdur olmayanlardan biri o.