Sinema tarihinin en iyi 15 müzikali
1957 tarihli Broadway müzikalinin ikinci film uyarlaması olarak karşımıza gelen 'Batı Yakası'nın Hikayesi'nin (West Side Story) gösterime girdiği hafta sinema tarihinin en iyi müzikallerini hatırladık. Habertürk film eleştirmeni Mehmet Açar'ın seçkisi.
OZ BÜYÜCÜSÜ (1939)
(The Wizard of Oz)
‘Oz Büyücüsü’nün 1925 tarihli ilk çevrimi, süratle unutulan vasat bir uyarlamadır. 1939'da seyirciyle buluşan ‘Oz Büyücüsü’ ise kısa sürede bir klasiğe dönüşür. L. Frank Baum'un 1900 tarihli ‘The Wonderful Wizard of Oz’ adlı romanından uyarlanan film, kendini aniden yabancı bir diyarda bulunan Dorothy'nin (Judy Garland) serüvenlerini anlatır. Aslında her şey bir çocuğun ebeveynlerinin koruyucu kanatlarından uzakta kendi başının çaresine bakmasıyla ilgilidir... Dorothy, hiç tanımadığı bir dünyada yeni arkadaşlar edinerek ve sorunlara çözümler üreterek evine dönmeye çalışırken kendi ayaklarının üstünde durmayı öğrenir. Victor Fleming ve George Cukor’un ortak imzasını taşıyan film, Hollywood müzikalinin yapıtaşlarından biri olarak kabul edilir.
PARİS'TE BİR AMERİKALI (1951)
(An American in Paris)
Film, George Gershwin’in büyük orkestra için bestelediği aynı adlı bir orkestra kompozisyonundan yola çıkar. Alan Jay Lerner’in senaryosu, Gershwin’in müzikleri üzerinden şekillenir. Şarkı sözleri Ira Gershwin’e aittir. Bazı bölümlerde diyalog ve söz kullanılmaz. Özellikle 17 dakikalık bale sahnesi dikkat çekicidir. Fransız ressamlarının tabloları içinde geçen söz konusu sahne için yaklaşık 450 bin dolar harcanır. Gene Kelly filmde, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Paris’te yaşayan ve orada ressam olarak tutunmaya çalışan Jerry Mulligan adlı bir karakteri canlandırır. Leslie Caron ilk filminde kültürlü bir Fransız genç kız rolünde karşımıza çıkar. Vincente Minnelli’nin yönettiği filmde biçim, en az hikâye kadar önemsenir ve seyirci görsel bir şovun içinde bulur kendini. 8 dalda Oscar’a aday olan ‘Paris’te Bir Amerikalı’, en iyi film dahil 6 Oscar birden kazanır.
YAĞMUR ALTINDA (1952)
(Singin’ in the Rain)
1920’li yılların Hollywood’unda sessiz filmlerden sesli filmlere geçiş döneminin sancılarını ve eğlenceli yanlarını anlatan bir müzikal... Seslerine güvenemeyen sessiz yıldızlar, yeni döneme uyum sağlamaya çalışanlar, sesli çekime geçmenin zorlukları vb. Ama hepsinden önemlisi ‘sinema üzerine sinema’ yapmanın keyfiyle çekilmiş muhteşem bir müzikal. Filmde ünlü bir Hollywood yıldızını canlandıran Gene Kelly, müzikal filmlerin altın çağında, türün en büyük starlarından biriydi. Filmi Stanley Donen'la birlikte yönetti. Kelly, bugün Hollywood usulü müzikal türünün başyapıtlarından biri olarak kabul edilen ‘Singin' in the Rain’de aynı zamanda dans sahnelerinin koreografıydı.
BİR YILDIZ DOĞUYOR (1954)
(A Star Is Born)
İlk film 1937'de çekilmişti. William A. Wellman ve Robert Carson'un imzasını taşıyan öykü, biri düşüşte diğeri çıkışta olan iki oyuncunun aşk hikâyesini anlatıyordu. Alkolizm batağına saplanan erkek mesleki anlamda çöküşüne engel olamazken, destek olup yardımcı olduğu genç sevgilisi hızla zirveye tırmanıyor ve yıldızlaşıyordu. Film beğenildi ama öykü, Hollywood'un bir kere anlatıp bırakamayacağı kadar şahaneydi. İlk yeniden çevrim 1954'te müzikal formatında gerçekleşti. Usta yönetmen George Cukor, Moss Hart'ın senaryosuyla karakterleri daha da geliştirmekle kalmadı, yakından tanıdığı Hollywood'u da filmin içine ustalıkla yerleştirdi. James Mason ve Judy Garland'ın oyunculukları harikaydı. Daha sonra başka uyarlamalar da çekildi ama çoğu eleştirmen ve tarihçi George Cukor'un yönettiği uyarlamanın en iyisi olduğunu düşünür.
BATI YAKASI'NIN HİKÂYESİ (1961)
(West Side Story)
Arthur Laurents tarafından uyarlanan ‘Batı Yakası’nın Hikâyesi’, Shakespeare’in ‘Romeo ve Juliet’ini İtalya’nın Verona kentinden alıp 1950’li yılların New York’una taşır. Düşman İtalyan ailelerinin yerini şehrin Batı Yakası’ndaki farklı etnik kökenlerden gelen iki gençlik çetesi alır. Birbirlerine âşık olan Maria ve Tony, iki çete arasındaki nefreti sona erdirmek isterler… Ama çeteler arası nefretin de en az aşkları kadar güçlü olduğunu anlarlar… İlk kez 1957 yılında Broadway sahnelerinde seyircilerle buluşan müzikal, 1958’de 6 Tony ödülü birden kazanır. 1961 yılında oyunu sahneye koyan Jerome Robbins ve Robert Wise’ın yönetmenliğinde filme uyarlanan ‘Batı Yakası’nın Hikâyesi’, en iyi film dahil 10 Oscar birden kazanarak tarihe geçer ve müzikalin adını tüm dünyaya duyurur.
BENİM GÜZEL MELEĞİM (1964)
(My Fair Lady)
George Bernard Shaw’un 1913 tarihli oyunu ‘Pygmalion’u temel alan ‘My Fair Lady’, gelmiş geçmiş en iyi sahne müzikallerinden biri olarak kabul edilir. Şarkı sözlerini ve metnini Alan Jay Lerner’in yazdığı, müziklerini Frederick Loewe’nin bestelediği ‘My Fair Lady’, avam tabakadan gelen Eliza Dolittle adlı çiçekçi bir kızın fonetik uzmanı Henry Higgins’ten aldığı dersler sonucu nasıl bir hanımefendiye dönüştüğünü anlatır. 1956’da Broadway’de seyircilerle buluşan müzikal, yıllar boyunca sahnede kaldıktan sonra film hakları, Hollywood yapımcısı Jack Warner tarafından 5 milyon dolar gibi astronomik bir fiyata satın alınır. Rex Harrison, sahnede canlandırdığı rolü beyazperdede de canlandırır; Eliza Dolittle karakterini ise Audrey Hepburn oynar. George Cukor’un yönettiği ‘My Fair Lady’ 8 Oscar birden kazanır, 1964’ün gişelerde en çok hasılat getiren ikinci filmi olur.
CHERBOURG ŞEMSİYELERİ (1964)
(Les parapluies de Cherbourg)
‘Sinema tarihinin en iyi müzikalleri’ deyince ilk akla gelen filmlerden biri… Film, Fransa’nın Cherbourg kentinde yaşayan ve birbirlerine âşık olan Geneviève (Catherine Deneuve) ile Guy Foucher (Nino Castelnuovo) adlı iki gencin hüzünlü öyküsünü anlatır. Usta Fransız sinemacı Jacques Demy’nin yazıp yönettiği filmin müzikleri ve şarkı sözlerinin önemli bir bölümü, Michel Legrand’ın imzasını taşır. Amerikan müzikallerinin aksine opera mantığını takip eden filmde tüm diyaloglar şarkı formatındadır. Fransa ve Batı Almanya ortak yapımı olan film, 1964’te Cannes’da Altın Palmiye kazanmış, 5 dalda Oscar’a aday olmuştu. Sonraki yıllarda İngilizce’ye çevrilerek bir sahne müzikali olarak da yorumlandı.
GÖKTEN İNEN MELEK (1964)
(Mary Poppins)
P. L. Travers’in Mary Poppins serisinden sinemaya adapte edilen “Gökten İnen Melek”, eğlenceli ve klasik bir Disney müzikali… Acil bir dadıya ihtiyaç duyan Banks ailesinin yardımına, şemsiyesiyle gökten inen Mary Poppins yetişir. Mary sihirli güçlere sahip özel bir dadıdır... Travers kitabın haklarını Walt Disney'e satmamak için yıllarca direnmiş, senaryo ekibiyle kitabın nasıl uyarlanacağına dair yaptığı müzakereler günlerce sürmüş, penguenlerin dans ettiği animasyon sahnesine tepki göstermişti. Travers, kitabın sinemaya uyarlanması konusunda çok hassastı çünkü kendi çocukluğunun hikâyesiydi. Gösterime girdiği 1964 yılının en çok hasılat yapan filmi olan ‘Gökten İnen Melek’, gerçek çekimlerle animasyonu birleştirdiği dans sahnesiyle akıllarda kaldı. Robert Stevenson’un yönettiği film, 13 dalda aday olduğu Akademi Ödülleri’nde kadın oyuncu (Julie Andrews), kurgu, müzik, özel efekt ve şarkı kategorilerinde 5 Oscar birden kazandı.
CABARET (1972)
Hollywood müzikallerinin demode olduğu bir dönemde türün önceki örneklerinden çok farklı ve özgün bir filmdi. 1966 tarihli bir Broadway müzikalinden esinlenen film, 1931’de Nazilerin yükseliş döneminde Berlin’de bir kabare kulübünde geçiyordu. Sahne müzikalinin aksine filmdeki tüm şarkılar kulübün sahnesinde seslendiriliyordu. Çekildiği yıllar için eşcinsellik gibi tabu olan konuları ele alan film, 10 dalda Oscar’a aday oldu. Filmde etkileyici bir iş çıkaran ve müzikale yeni bir ruh getiren Bob Fosse, ‘Baba’nın yönetmeni Francis Ford Coppola’yı geçerek yönetmen Oscar’ını kazanmayı başardı. Liza Minnelli’nin kadın, Joel Grey’in ise yardımcı erkek oyuncu dallarında Oscar’a ulaştığı film, birçok soruşturmada sinema tarihinin en iyi filmleri arasında yer aldı.
ALL THAT JAZZ (1980)
“Sweet Charity”, “Cabaret” gibi filmleriyle tanıdığımız yönetmen ve koreograf Bob Fosse, otobiyografik nitelikler taşıyan filminde, hikâyenin odağına Roy Scheider'ın canlandırdığı yönetmen ve koreograf Joe Gideon'u koyar. Gideon, nerdeyse ölümüne çalışan iflah olmaz bir işkolik ve ilaç bağımlısıdır. Fellini’nin ‘Sekiz Buçuk’undan esinlenen film, Gideon'un geçmişiyle bugünü arasında gidip gelen hikâye kurgusunu modern bir müzikal estetiğiyle buluşturur, hayal gücüne özgürlük tanır... Gideon'un hayal dünyasında ölüm meleği Angelique'le yaptığı konuşmalar akılda kalıcıdır. 1987'de 60 yaşında kaybettiğimiz Bob Fosse'nin en iyi filmlerinden biridir kuşkusuz. Cannes’da Altın Palmiye'yi “Kagemusha” ile paylaşmıştı.
KARANLIKTA DANS (2000)
(Dancer in the Dark)
Pop müzik yıldızı Björk, filmde oğlunun kör olmasını engellemek için para biriktiren yoksul bir göçmen işçiyi canlandırıyor. Bir melodram örgüsüne sahip öykü, yönetmen Lars Von Trier’nin tüm filmlerinde olduğu gibi sağlam bir düşünsel çerçeveye sahip. Anneliğin gücünü her şeyin üstünde tutan filmde el kamerasıyla çekilen sahneler gerçekçi bir işçi sınıfi filmini getiriyor akla…. Bir Hollywood müzikali gibi tasarlanan sahneler ise görkemli ve rengârenk… Gerçekçi üslup ile “hayallere kaçış sineması”nı bir araya getiren özgün bir deneme… Bir yanda realizm, diğer yanda müzikal estetiği.
KIRMIZI DEĞİRMEN (2001)
(Moulin Rouge!)
1900 yılında Paris’in bohem hayatına karışmak isteyen genç İngiliz yazar (Ewan McGregor), gece kulübü yıldızı Satine’e (Nicole Kidman) âşık olur. Dönemin bohem kültürü üzerine düşündüren gösterişli bir müzikal... Eğlenceli bir tonda başlayan filmin giderek melodrama kaydığını belirtelim. Avustralyalı yönetmen Baz Luhrmann’ın bir tür yabancılaştırma efekti gibi kullandığı şarkıların özelliği, öykünün geçtiği dönemden çok sonra bestelenmiş ve farklı bir biçimde yorumlanmış olmaları… Elton John’un ‘Your Song’ ya da Sting’in tango olarak yorumlanan “Roxanne” şarkıları gibi...
CHICAGO (2002)
Fred Ebb ve Bob Fosse, ilk kez 1975’de Broadway’de sahnelenen ‘Chicago’ müzikalini muhabir Maurine Dallas’ın 1926 tarihli bir tiyatro oyununu temel alarak yazarlar. Tanık olduğu gerçek olaylardan esinlenen Maurine Dallas’ın oyunu, caz çağında Chicago’da geçer. 1920’li yılların Chicago’sunda gece kulübü yıldızı olan Velma ile ev kadını Roxie aynı hapishanede kalırlar. Mahkemeleri sürerken idamdan kurtulmak için şöhrete kavuşmak amacıyla ellerinden geleni yaparlar. Tiyatro sahnelerinde Bob Fosse’un koreografisiyle sahnelenen ‘Chicago’, iki yıl afişte kalır. 1996’da bir kez daha sahnelenen müzikal, 2002’de filme uyarlanır. Çağdaş müzikal janrının usta yönetmenlerinden Rob Marshall, koreografisi, müzikleri, kurgusu ve stilize anlatımıyla film uyarlamasında sağlam bir işe imza atar. Başrollerinde Catherine Zeta Jones ve Renée Zellweger’in oynadığı ‘Chicago’, en iyi film dahil 6 Oscar birden kazanır.
RÜYA KIZLAR (2006)
(Dreamgirls)
Üç kadın şarkıcıdan oluşan Dreams adlı Detroit kökenli bir soul grubunun 1960’ların başlarından 1970’lerin ortasına kadar uzanan müzikal serüveni… Amerikan R&B müziğinin tarihi ve gelişim süreci üzerine de gözlemler içeren film, The Supremes adlı bir müzik grubunun gerçek hikâyesinden esinleniyor. Besteci Henry Kieger ile yazar Tom Eyen’ın imzasını taşıyan 1981 tarihli Broadway müzikalinden sinemaya uyarlanan filmi Bill Condon yazıp yönetti. Jamie Foxx, Beyoncé, Eddie Murphy gibi starların rol aldığı filmin ‘gizli yıldızı’ ise Effie White karakterini canlandıran Jennifer Hudson oldu… Gişelerde kayda değer bir başarı kazanan film, Jennifer Hudson’a yardımcı kadın oyuncu dalında bir Oscar getirdi.
ÂŞIKLAR ŞEHRİ (2016)
(La La Land)
Damien Chazelle’in yazıp yönettiği film, gençlik hayalleri, sinema ve caz tutkusu üzerine şekilleniyor. Mia (Emma Stone) oyunculuğa, Sebastian (Ryan Gosling) caza tutkun iki genç. Los Angeles’ta yaşıyorlar. Müziğin ruhsuzlaştığı bir dünyada Mia, Sebastian’ın hayalciliğine vuruluyor. Filmin bir sahnesinde sıkıcı bir yemekten kaçarak, kapısı caddeye açılan o sinemadan içeri girdiği anda, düşler dünyasına teslim ediyor kendini. Sonra her şey filmlerdeki gibi gelişiyor. ‘Âşıklar Şehri’ artık kaybolan eski usul caz kulüpleri ve cadde sinemaları üzerine bir ağıt aynı zamanda... Yönetmen Chazelle bir film seyrettiğimizi unutturmuyor ve hikâyesini 1950’lerin “Technicolor CinemaScope müzikalleri”nin canlı renkleri, tiyatro tarzı ışıkları, dansları ve diğer klişeleriyle anlatıyor. Müzikal sahneler, karakterlerin düşleri gibi yerleştiriliyor öyküye.