Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Tubitak Ansiklopedi İslam İktisadı Nedir?

        İslamiyet'in belli başlı ilkelerine uygun olarak oluşturulmuş bir ekonomik sistemdir. Ancak İslam İktisadı terimi ve bu düşünce tarzının konvansiyonel iktisat teorisine alternatif bir bilimsel disiplin olarak ortaya konulması 20. yüzyılda gerçekleşmiştir. Klasik, yani Hz. Muhammed (s.a.v.) ve Dört Halife Devri'nde, Müslümanların amacı yeni bir bilimsel disiplin oluşturmak değil, ekonomik faaliyetlerini İslamiyet'in genel kurallarına uygun bir şekilde gerçekleştirebilmekti. Bunu ya yeni kurumlar kurarak ya da İslamiyet öncesinden gelen iktisadi kurumları yeniden düzenleyerek, özellikle de faizden arındırarak, yaptılar. 

        Kur'an, Allah'ın ticareti serbest kılıp faizi yasaklamış olduğunu belirtir, rızk aramak için çok uzun mesafelere seyahat etmenin bir tür ibadet olduğunu öğretir. Bu seyahatleri yapan dürüst tüccarlar Kur'an'da cihada katılanlarla birlikte anılırlar (Müzzemmil, 73/20). Dahası İslam, mensuplarına nasıl kontrat yazmaları gerektiğini öğreten herhalde yegane dindir. Faizsiz borç vermek ve vakıf kurmak da ibadetle eşdeğer sayılır. Ve nihayet, helal yollardan kazanmak şartıyla özel mülke izin verilmekle kalınmaz, mülke tecavüze şiddetli had cezaları uygulanır. Öte yandan işverenlere Allah'ın rızasını kazanmanın servet kazanmaktan daha hayırlı olduğu da hatırlatılır (Bakara, 2/245, 261, 275, 282; Nisa, 4/2,7,29; Zuhruf, 43/32; Mülk, 67/15). Ayrıca Kıyamet Günü'nde her Müslüman'a parasını nasıl kazanmış olduğu ve bu parayı nasıl harcamış olduğunun sorulacağı vurgulanır (Tirmizi, Sıfatü"l-kıyame, 1). Kazanılmış olan para başkalarının haklarına (kul hakkı) tecavüz edilerek kazanılmışsa bu büyük günahtır. Emekçinin ücreti daha alın teri kurumadan ödenmelidir (İbn Mace, Rühûn 4). İslam ticaret ahlakının kökeninde bu sorulara doğru cevap verebilmek endişesi yatar.

        Hz. Muhammed fiyatlara bir üst sınır koyması talep edildiğinde "fiyatları Allah tayin eder" diyerek bu isteği reddetmiş (Ebû Davûd, Büyu', 51) ve ticaretin rekabete açık piyasalarda oluşması gerektiğini belirtmiştir. Kıtlık ve benzeri normal olmayan şartlarda ise piyasaya müdahale doğru bulunurken rekabeti azaltarak piyasada adil bir fiyat oluşumuna mani olacak -malları pazar yerine ulaşmadan satın almak ve mal stoklamak gibi- davranışlar yasaklanmıştır. Hz. Peygamber ayrıca faiz oluşmasına uygun (ribevi) malların ticaretinin takas yerine para ile yapılmasını istemiş (Buhari, Büyû' 54; Müslim , Müsakat 81), bu tür takasın haksız kazanca yol açtığı için bir çeşit faiz olduğunu ifade etmiştir. Bu tutumuyla Hz. Peygamber bir yandan faize yol açabilecek takas işlemlerinin önünü keserken diğer yandan para ile ticaretin önünü açmış ve İslam toplumunun dünya ticaretine dahil olmasını sağlamıştır. Takastan para ekonomisine geçişte para arzında gerekli olan artış da fetihler sayesinde devletin hissesine düşen ganimetlerden elde edilmiştir.

        Müslümanların dünya ticaretine hakim olmalarında hac görevinin de etkili olduğuna şüphe yoktur. Nitekim, Kur'an-ı Kerim'de hac sırasında ticaret yapılmasında sakınca olmadığını belirten bir ayetin olması (Bakara, 2/198) ve hac görevinin maddi imkanları müsait olanlar (Al-i İmran, 3/97), yani büyük ölçüde tüccarlar için geçerli olması, hac ile kıtalararası ticareti birbirine kenetlemiş, bu kenetlenmenin de iki önemli sonucu ortaya çıkmıştır. Hacıları dünyanın en ücra köşelerinden dahi Mekke'ye getirebilmek için Müslümanlar coğrafya ve denizcilik bilgilerini mükemmel derecede geliştirmişlerdir. Bu bilgi sayesinde de Akdeniz havzası ile Hint Okyanusu ve Orta Asya coğrafyasının entegre edilmesi mümkün olmuş, daha önce birbirlerine düşman Bizans ve Sasani İmparatorlukları tarafından paylaşılmış olan bu devasa coğrafya, Müslümanlar tarafından birleştirilmiştir. Bu birleşme Büyük İskender (ö. MÖ 323) tarafından da başarılmış ancak kısa sürmüştür. Müslümanların başardığı birleşme ise kalıcı olmuş, 7. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar neredeyse bin sene boyunca Akdeniz-Hint Okyanusu ticareti Müslümanların hakimiyeti altına girmiştir.

        Kur'an ve hadislerin İslam ekonomisiyle ilgili öğretilerini temel dayanak alan Ebu Yusuf (ö. 798), İmam Şafii (ö. 820), Ebu 'Ubeyd (ö. 837), İmam Muhammed b. Hasan eş-Şeybani (ö. 805), Serahsi (ö. 1090), Cüveyni (ö. 1085), Gazzali (ö. 1111), İbn Kudame el-Makdisi (ö. 1223), İbn Teymiyye (ö. 1328), İbn Haldûn (ö. 1406) gibi en önemli İslam düşünürlerinin eserleri incelendiğinde İslamiyet'in kuruluşundan bu yana geçen ilk beş yüz sene içinde İslam alimlerinin arz-talep, fiyatların serbest piyasa kuralları çerçevesinde oluşması, fiyat elastikiyetleri, para ve mali (vergi) politikaları, ortaklık hukuku, monopoli/monopsoni gibi günümüz neo-klasik iktisat teorisinin hemen hemen tüm temel ilkelerini ya keşfettiklerini ya da gözlemlediklerini, dolayısıyla daha o çağlarda ahlaki kurallara dayanan bir serbest piyasa ekonomisinin nasıl işlediğini gayet iyi bildiklerini anlıyoruz. Bu çerçevede İslami literatüre bakıldığında, Sabri Orman'ın isabetle belirtmiş olduğu üzere, "Kur'an-ı Kerim, Hadis Mecmuaları ve Şerhleri, Tefsir, Fıkıh, Fıkıh Usûlü, Kelam, Tasavvuf ve Edep literatürleri, Felsefe, Tarih ve Coğrafya gibi genel konulara ek olarak "harac, emval, kesb, hisbe" gibi özel konularda telif edilmiş eserler de İslam iktisat düşüncesine yön veren zengin kaynaklar olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak bu konuda literatür yanında daha da derinlere, kurumlar tarihine, inmek gerekir. Zira İslam İktisadi Düşünce Tarihi'nde görmüş olduğumuz bu fikirlerin gerçek hayatta uygulanışı kurumlarla gerçekleşmiştir.

        İslamiyet'in kuruluşundan 1258'deki Moğol istilası ve Abbasi İmparatorluğu'nun son buluşuna kadar geçen dönemde en önemli üretim faktörlerinden olan toprak üzerinde özel mülkiyetin hakim olduğunu görürüz. Hz. Muhammed'in (s.a.v.) savaşlarda yararı görülenlere ve İslamiyet'e hizmet edenlere özel mülk olarak toprak, hatta madenler verdiği bilinmektedir. Ancak Hz. Ömer'in, Kur'an-ı Kerim'deki Haşr suresine dayanarak (59/6-10) Sevad (Güney Irak) topraklarını haraç karşılığında işlemeleri için eski sahiplerinin ellerinde bırakmayı tercih ederek devletleştirdiği (Beytülmal'e bağladığı) veya vakıf statüsüne soktuğu bilinmekteyse de onun bu uygulamasının fazla sürmediği, Emevi ve Abbasi dönemlerinde devlet veya vakıfların kontrolüne geçen bu toprakların yavaş yavaş tekrar özel mülkiyete dönüşmüş olduğu tespit edilmiştir.

        Toprak mülkiyetinden bir diğer çok önemli konu olan girişimcinin finansmanına geçersek bu bağlamda da İslami çerçevenin tayin edici olduğunu görürüz. Gerçekten de konvansiyonel sistemde sermayedarın sermayesi girişimciye kolayca aktarıldığı halde İslami bir sistemde bu hiç de kolay bir işlem değildir. Zira, günümüzde konvansiyonel sistemde bu işlem farklı faiz hadleri uygulanarak bankalar eliyle yapılmaktayken faiz yasağı dolayısıyla İslami çerçevede yapılamaz. Müslümanlar açısından bu önemli sorun iş ortaklıkları ile çözülmüştür. Yani, sermayedar ile girişimci aralarında bir iş ortaklığı kurarlar ve böylelikle sermayedarın sermayesi girişimciye aktarılmış olur. Girişimci de bu sermayeyi işletir ve ortaya çıkan kar iki ortak arasında daha önce kararlaştırmış oldukları bir oran dahilinde, zarar ise ortak sermayeye yapmış oldukları katkı nisbetinde paylaşılır. Bu iş ortaklıklarından en önemlisi ve Peygamber sünneti olduğundan en makbul olanı emek-sermaye ortaklığı olan "mudarebe"dir.

        Tüm ekonomik sistemlerde biriken sermayenin dağıtımı önemlidir. İslam dünyasında üç kurum; miras hukuku, vakıflar ve vergiler bu konuda en önemli görevi üstlenmiştir. Eğitim ve sağlık gibi insan sermayesi (human capital) için en önemli unsurları finanse eden vakıflar, insan sermayesinin ekonomik kalkınma konusundaki çok büyük etkisi düşünüldüğünde, belki de bu üçü arasında en önemlisiydi.

        Vakıfların gelir dağılımındaki adaletsizliklerin ortadan kaldırılması konusunda da büyük önem taşımış olduklarını belirtmek gerekir. Burada büyük servet sahibi olan bir kişinin Allah'ın rızasını kazanmak umuduyla servetinin önemli bir kısmını kendi hür iradesiyle hayır işlerine bağışlaması söz konusudur. Yani özel servet topluma geri dönmektedir ve bu devlet zoruyla, vergiyle değil, gönüllü olarak yapılmaktadır. Dahası, vakıflar daha çok eğitime yatırım yaptıkları için alt gelir sınıflarının eğitim sayesinde toplum içerisinde yükselmeleri, yani toplumda dikey hareketliliğin sağlanması da söz konusudur.

        Osmanlı Devleti ve İslam iktisadı bağlamında Osmanlı Devleti'nin ekonomik sistemi, yukarıda belirtilmiş yedinci-onüçüncü yüzyıllar arasında hakim olan, bireyi ve özel mülkiyeti esas alan sistemden büyük farklılık gösterdiğini ve devletin müdahaleci rolünü ön plana çıkardığını söylemek mümkündür. Bu farklılığın nasıl ve neden oluştuğu konusunda kesin bilgi olmasa da Osmanlı ekonomik sisteminin de Kur'an'dan kaynaklandığı şüphesizdir. Böylelikle birbirlerinden çok farklı ekonomik sistemlerin İslam toplumları tarafından değişik dönemlerde uygulanmış oldukları anlaşılmaktadır. Sabri Orman bu durumu İslam'ın temel kurallarının zaman ve mekan şartlarına göre farklı farklı yorumlanmış olmasıyla açıklar.

        İslam tarihinde sosyal hizmet kurumlarının temelini teşkil eden vakıflar özellikle Osmanlı Devleti'nde, toplumsal refahı yükselterek bayındırlık ve altyapı işlerini üstlenen mühim kurumlar haline gelmiştir. Vakıf sistemi özerk bir sivil toplum sistemi olmakla birlikte devlet denetimine de açıktı. Osmanlı'da çok yaygın bir vakıf türü olan para vakıfları; bir miktar paranın vakfedilmesi, İslam hukukuna uygun bir yöntemle çalıştırılması ve elde edilen gelirin hayır işlerine harcanması usulüyle faaliyet göstermekteydi.

        18. yüzyıldan bu yana Batı emperyalizmi İslam dünyasının çok büyük bir kısmını sömürgeleştirmişti. Bu ülkeler ancak İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra tekrar bağımsızlıklarına kavuştular. Bağımsızlıkla beraber ekonomilerini de İslami kurallara uygun hale getirmek istediler. Bu amaçla faizsiz sisteme göre çalışacak olan İslam bankaları kuruldu. Ortaklık esasına dayalı ilk denemeler bir yandan siyasi, diğer yandan da mudilerin yatırdıkları fonlarla girişimcilere aktarılan fonlar arasında vade uyuşmazlığı gibi sorunlar sebebiyle başarılı olamadılar. Bu bankalar bir taraftan mevcut konvansiyonel bankacılık sistemin sağladığı imkanları temin edebilecek ürün ve hizmetlerin sunulduğu diğer taraftan İslam hukuku ve İslam iktisadı ilkelerine uyumun -kimi zaman zorlanarak da olsa- sağlanmaya çalışıldığı kurumlara dönüşmek zorunda kaldı.

        İslam dünyasındaki ekonomik sistemlerin günümüzde İslamiyet'e daha uygun hale gelmeleri, yani ekonomide faizin öneminin azaltılabilmesi için mevcut kurumların faaliyetlerinin gerek İslami gerekse iktisadi olarak daha problemsiz, özgün ve verimli olması yönünde sürdürülen çabaların yanında özellikle banka olmayan finansal kurumlara işlerlik kazandırılmasına ihtiyaç vardır. Bunlara örnek olarak risk sermayesi, mikrofinans, hisse senedi vakıfları, devlet borçlanmasının esham ile yapılması gibi bir dizi reform gerekmektedir. Bu bağlamda, hem üniversitelerde enstitü ve anabilim dalı seviyelerinde kurulan İslam iktisadı ve finansı programlarında yürütülen araştırmalarla hem de sivil kuruluşların sürdürdüğü eğitim faaliyetleriyle teorik ve pratik çalışmalar yapılmaya devam edilmektedir. Bu çalışmalarla bir taraftan İslam iktisadı alanındaki geçmişte ve günümüzde oluşan teorik ve pratik tecrübe eleştirel bir gözle ele alınarak tarihte ve günümüzde ekonomik ve finansal sistemlerin meydana getirdiği çarpıklıklar, mağduriyetler ve sosyal problemlerin tespit edilmesi; diğer taraftan bu problemlerin çözümü için bütüncül bir yaklaşımla faizsizlik ilkesi yanında adalet ve ahlakı da dikkate alan, özgün ve kapsamlı İslami çözüm önerileri üretilmesi hedeflenmektedir.

        YAZAR

        Murat Çizakça