Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

MUHTEREM okuyucularım: Bu hafta sizlere yaşamın evrimi kuramlarının İlk Çağ’da nasıl geliştiklerini özetleyeceğim. Bu hafta da amacım, bu gelişmenin bilimin karakteri hakkında bizlere neler öğrettiğidir.

Dikkat ederseniz yukarıda evrim kuramı değil, evrim kuramları dedim; çünkü bilim tarihinde İlk Çağ’dan beri pek çok evrim kuramı vardır. Evrim kuramları özetle dünya üzerindeki yaşamın zaman içinde değiştiğini iddia eder. Gerçekten de jeolojinin ve biyolojinin ortak bir dalı olan paleontoloji, yani eski varlıklar bilimi, bizlere fosiller vasıtasıyla dünyamızın geçmişinde bugünkünden çok başka hayvan ve bitkilerin yaşadığını göstermiştir. Ancak bu anlayışa varmak kolay olmamış, yüzyıllar almıştır.

İNSANÜSTÜ VARLIKLAR

Dünya üzerindeki yaşamın zaman içinde değiştiği fikri, insanlığın en eski masallarında, mitolojilerinde ve dinlerinde vardır. Bunlar çerçevesinde geçmişte yaşamış devlerden, garip hayvanlardan, insanüstü varlıklardan bahsedilir. İnsanların bunlardan muhtelif şekillerde türediği veya onlar tarafından yaratıldığı, onlardan etkilendiği anlatılır. Örneğin, Mezopotamya mitolojisinde insanların yanında bir de yarı balık yarı insan görünümde bir bilge vardır. İsmi Adapa olan bu bilge, Mezopotamya mitolojisinin yedi bilgesinden biridir ve tanrılar tarafından insanlara uygarlık öğretmekle görevlendirilmiştir.

Hindu mitolojisinde Saptarişi denilen bu yedi bilge gene yarı tanrısal, mitolojik varlıklardır. Yunan mitolojisindeki yarı at yarı insan varlıklar olarak düşünülen Kentaurlar bilge varlıklardır ve muhtelif tanrılarla kısrakların çiftleşmesinden veya doğrudan Zeus’un Kıbrıs’ta toprağı döllemesinden oluşmuş addedilirler. Gene Yunan mitolojisindeki yarı boğa yarı insan olan Minotaur ise Girit Kralı Minos’un eşi Pasife’nin deniz tanrısı Poseidon’un hediye ettiği beyaz bir boğa ile çiftleşmesinden doğmuş olarak düşünülmüştür.

DEĞİŞİM TARİHÇESİ

Eski Yunan mitolojisinde daha pek çeşitli varlıklardan bahsedilir: Tanrılar, titanlar, nimfler gibi. Hattâ zaman içinde dünya üzerinde yaşayanların yaşam kalitelerinin giderek azaldığı, eski bir Altın Çağı’nı Gümüş Çağı’nın, Gümüş Çağı’nı Bronz Çağı’nın, onu da Kahramanlar Çağı’nın ve nihayet onu da içinde yaşadığımız Demir Çağı’nın izlediği anlatılır.

Altın Çağı’nda hiç yaşlanmayan, tanrılarla birlikte yaşayan insanlar artık yaşlanır olmuşlar, asillikleri kaybolmuştur; tanrılar insan içinde artık görünmezler. Büyük Romalı şair Publius Ovidius Naso (MÖ 43-MS17) “Değişimler” adını verdiği eserinde benzer bir değişim tarihçesi sunar. Kuzey Amerikalı Kızılderililerinden eski Yunanlıların masallarına kadar hayvanların insanlara dönüştüğünün anlatıldığı öyküler vardır. Hint mitolojisi, kötü insanların dünyaya tekrar hayvan olarak geleceklerini anlatır.

MAMUT DİŞİYLE İLGİLİ ŞİİR

Bu masallar nasıl ortaya çıkmıştır? Hiç kuşkusuz eski insanlar eskiden yaşamış büyük hayvanların kemiklerinin fosillerini tesadüfen bularak bunları anlamaya çalışmış, bu tür kemiklerin geçmişte yaşamış insana benzer devlere ait olmuş olabileceğini düşünmüşlerdir. Mesela, Viyana’nın en önemli kilisesi olan Aziz Stefan Katedrali’nin ana kapısının adı “Dev Kapısı”dır. Bu kapı adını büyüklüğünden değil, bir zamanlar girişte sol tarafta asılı duran bir mamutun uyluk kemiğinden alır.

Almanya’da Schwabisch Hall şehrindeki Michaelis Kilisesi’nde bulunan bir mamut dişi hakkında hatta bir şiir yazılmıştır. Bu şiir halkın bu konudaki merakını dile getirmesi bakımından ilginçtir:

Binaltıyüzbeş yılında Şubatın onüçünde bulundum Hall ülkesinde Neubronn’da Bühler deresinin solunda Büyük kemikler ve uzun bacaklarla. Söyle tatlım ben ne olabilirim?

HER ŞEY MÜKEMMEL BİR TAKLİTTİR

Dikkat edilirse bu bir ilk “doğal seçme” kuramıdır. Ancak Empedokles’in ölümünden hemen sonra doğmuş olan ve İslam dünyasında Eflatun olarak bilinen Atinalı Platon’un (MÖ 427-347) düşünceleri, yaşamın zaman içinde değiştiği fikrinin önüne bir engel koymuştur. Platon evrenseller sorunuyla ilgilenmişti. Yani, birisi “kedi” dediği zaman neden bahsettiğini hepimiz anlıyoruz; buna rağmen hiçbir kedi diğerinin aynısı değil. Demek ki bir “kedilik” kavramı var. Aynı şey, mesela “masa” kavramı için de geçerlidir: envai çeşit masa olmasına rağmen, masa dendiği zaman nasıl bir şeyin, kısaca neyin kastedildiğini biliyoruz.

Platon burada “kedilik” veya “masalık” kavramında nasıl bir temelin olduğunu merak etmiştir. Vardığı sonuç bilimsel değil, mistiktir: Ona göre “kedilik”, “masalık” gibi kavramlar tanrının kafasında olan şeylerdir. Platon bunlara “idea”, yani “fikir” adını vermiştir. Bizim dünyada gördüğümüz kediler, tanrının kafasındaki “kedi” kavramının eksik ve/veya kötü kopyalarıdır. Mükemmel kedi, sadece tanrının kafasındaki “kedi” fikridir. Aynı şey, “köpek”, “insan”, “masa”, “sandalye” gibi kavramlar için de geçerlidir. Kısaca, evrensel kavramlar tanrının kafasındaki fikirlerdir; dünya üzerinde bunların kapsadığı varlıklar bu fikirlerin mükemmellikten uzak “taklitleridir”. Bu şekilde Platon tüm varlıkları deyim yerindeyse “sabitlemiştir”; çünkü her şey tanrının kafasında olduğu farz edilen mükemmel fikrin bir taklididir; kopya mükemmel olamasa da orijinalden çok uzaklaşamaz. Bu taklitler dünya üzerinde vardırlar, ama Platon’a göre (özellikle “Sofist” adlı diyaloğunda anlattığı gibi) “varlıktan” tek başına bahsetmek mümkün değildir. Varlık nasıl olmuştur? Niçin olmuştur? Amacı nedir? Bu sorulara cevap verilmeden varlık tek başına anlamsız bir kavramdır.

‘CANLILAR BİR AMAÇ İÇİN YARATILMIŞTIR’

Platon’un bu bilimsel olmayan düşünceleri, öğrencisi Aristoteles tarafından reddedilmiş olmakla beraber her varlığın ve hele her canlının bir “amacı” olduğu, bir amaç için yaratıldığı fikirleri Aristoteles tarafından kabul edilmiştir. Buradan Aristoteles tarafından yapılan çıkarım çok ilginçtir ve dinlerin egemenliğinde geçen yüzyıllar içinde doğal evrim kuramlarının neden genel kabul görmediklerinin temelinde yatan düşüncedir:

“...Doğa niçin bir şey aşkına veya öyle daha iyi olduğu için değil de -mesela gökyüzünün tahılı büyütmek için değil, sadece zaruri olduğu için yağmur yağdırdığı gibi- iş görmesin? (Yukarı çekilen soğur, soğuyan da su olup inmelidir; bunun sonucunda da tahıl büyür.) Benzer bir şekilde, harman yerinde birisinin tahılı perişan olursa, yağmur bunu yapmak için, yani tahılı perişan etmek için yağmış değildir. Ama sonuç öyle olmuştur. Dolayısıyla, doğada organların (kökeni ile ilgili) durumlar da neden böyle olmasın? Örneğin, dişlerimiz neden yalnızca zaruret sonucu çıkmış olmasın: Öndekiler parçalamak için keskin, molarlar besinleri öğütmek için geniş değil de tesadüfen öyle olmuş olsunlar. Birer amaca yönelik olduğunu sandığımız diğer tüm organlar da niçin böyle olmuş olmasın? Bir amaca yönelikmişler gibi tesadüfen bir araya gelmiş olan organ grupları kendiliğinden uygun bir şekilde oluştuklarından o zaman hayatta kalma şansını elde ederler, böyle olmayanlar da ortadan kalkarlar ve kalkmaya devam ederler, Empedokles’in insan suratlı boğa dölleri hakkında söylediği gibi.”

‘DOĞADA BİR AKILLI TASARIMCI VARDIR’

Bunu okuyunca, hemen ardından gelen satırlarda Aristo’nun, Darwin ve Wallace’ın doğal seçme kuramını detaylarıyla sunacağını sanıyor insan. Aristo’nun doğal seçmeyi düşünmüş olduğu (muhtemelen Empedokles’ten etkilenerek), yukarıdaki satırların da gösterdiği gibi, şüphe götürmez. Fakat Aristo yukarıdaki tezleri yalnızca çürütmek için ileri sürmüştür. “Fakat bunun gerçek görüş olması mümkün değildir” diyor bir cümle sonra. Çünkü Aristo, Sokrat’la başlayan ve kendi öğretmeni Platon ile doruğuna çıkan teleolojik (yani amaçlı, amaca yönelik) düşünce okulunun bir üyesidir.

Aristo’ya göre evrende her şeyin bir amacı ve yönlendiricisi olmalıdır. Doğada her olay bir amaca yöneliktir ve tanrı tarafından o amaç için planlanmıştır. Doğa içinde tamamen tesadüflerin eseri olarak meydana gelen olaylardan, önceden planlanmışa benzeyen olaylar ve bunların eserleri türeyemez. Yani doğada bir akıllı tasarımcı vardır. İşte bu akıllı tasarımcı fikrinin temelinde Platon’un tanrısı (=demiurgos) ve o tanrının Platon’un kafasında ortaya çıkmasına kısmen de olsa neden olan evrenseller sorunu vardır. Gerçi Platon’un mistik, tanrıcı düşüncelerinin temelinde ayrıca öğretmeni Sokrates’in “iyi olan tanrıya benzer” iddiası ile adalet tanrıçası Dike’den geldiğini iddia ettiği vahiyleri de bulunmaktadır.

Sokrates’le birlikte doğudan gelen dinci düşüncelerin tekrar Yunan düşüncesi içine sokulmasıyla gelişen mistik, dinci düşünceler, İyonyalı doğa bilimcilerin, yani Sokrat öncesi Batı Anadolulu düşünürlerin doğal kuramlarının rakibi olmuş ve basit halk kütleleri zamanla dinci düşünceleri tercih etmiştir. Burada eski kuramların gözlem ışığında bilimsel bir yanlışlamasına değil, dinsel bir düşüncenin bilimsel yöntemin yerini almasına şahit oluyoruz. Bu olayın insan uygarlığı açısından ne kadar yıkıcı olduğunu önümüzdeki hafta, evrim düşüncesinin Orta Çağ’daki maceralarını özetlediğim zaman göreceğiz.

Efes’te bulunan Yamaç Evleri’nin birinin duvarındaki Sokrates tablosu.

***********

DOĞAL SEÇME KURAMI

BU dizinin üçüncü yazısında sizlere, Miletoslu büyük bilim insanı Anaksimandros’un bütün dünyanın bir zamanlar sularla kaplı olduğu tezinden hareketle, ilk canlıların insan olmuş olamayacağı, insanların suda yaşayan canlılardan suların yavaş yavaş çekilmesi sonucu evrildikleri tezini geliştirdiğini anlatmıştım. Sokrat öncesi Yunan düşünürlerinin hemen hepsi yaşamın doğal yollarla oluştuğu ve gene doğal yollarla geliştiği konusunda muhtelif kuramlar ortaya atmışlardır ki bunların kuşkusuz en meşhuru Sicilya’da bulunan Acragas (=Agrigentum, bugün Agrigento; Sicilya diyalektiğinde Girgenti) şehrinde yaşamış olan Empedokles’in (MÖ 490-430) teorisidir. Empedokles’e göre önce doğal olaylarla organlar oluşmuş, sonra da bunların uygun şekillerde bir araya gelmeleri sonucu canlılar meydana gelmiştir Uygun olmayan birleşmeler, çevreye ayak uydurmaları mümkün olmadığı için ortadan kalkmışlardır.

***********

PARİS DOĞA TARİHİ MÜZESİ (MUSEUM NATİONAL D’HİSTOİRE NATURELLE)

PARİS Doğa Tarihi Müzesi, dünyadaki muadillerinin en eskisi ve en büyüğüdür (Tüm müze 25.7 hektarlık bir alana oturur). 1626’da Kraliyet Şifalı Bitkiler Bahçesi olarak kurulmuş, 1793’te de bugünkü adını alarak genel bir doğa tarihi müzesi olmuştur. Bu muhteşem kurum büyük bir bahçe içine yerleşmiş çeşitli binalarda zooloji, mineraloji ve jeoloji, paleontoloji ve karşılaştırmalı anatomi ve böcekbilim koleksiyonlarını, 2 dev serada da botanik koleksiyonlarını ziyaretçilerine sunar. Bir de küçük hayvanat bahçesi vardır.

Müze, karşılaştırmalı anatomi kısmında omurgalı hayvanlar için karşılaştırmalı anatominin dünyadaki en büyük koleksiyonunu içerir. Bu kuruluş muazzam bir kütüphaneye ve muhtelif yayınların ve nesnelerin satıldığı 3 de dükkâna sahiptir. Gezmek isteyenlere en az bir günlerini ayırmalarını öneririm.

Adres: 57 Rue Cuvier, 75005 Paris, Fransa

Telefon: +33 1 40 79 56 01

Açılış saatleri: Salı hariç her gün 10.00-18.00 arası. 25 Aralık, 1 Ocak ve 1 Mayıs günleri kapalı.

Paris Doğa Tarihi Müzesi’nden bir görünüm. Lamarck’ın heykeli.

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar