Tasavvuf moda olabilir mi?
"Tasavvuf moda oldu" diyenler oluyor. "Günün modasına uyup bu konuda bir roman yazmak hesaplanmış bir strateji" diyenler çıkıyor. Böyle sözler duyduğumda bir yanım eziliyor, üzülüyor. Bir yanım etkilenmiyor. Benim bildiğim tasavvuf, kıyısı olmayan bir koca deniz. Duru bir okyanus. O denizden herkes kendi kabı kadar su çekebilir ancak. Eğer kişi kendi kabının içindeki suya bakıp da "İşte denizi elimde tutuyorum" derse yalan olur, yazık olur. Benim bildiğim tasavvufun kapıları herkese açıktır.
Tasavvuf moda değildir. Özü gereği olamaz. Ama bir an için varsayalım ki öyle, velev ki bu bir moda oldu. Eğer beşbin kişi ya da beş milyon kişi Mevlana ile sırf "moda" diye ilgileniyorsa ama bu insanlardan beş tanesinin içinde samimi ve hakiki bir merak uyanıyor, zihinlerinde kapılar açılıyorsa, o zaman en "dünyevi" modada bile bir hayır var demektir.
AŞK çıktığından beri Türkiye'nin her yerinden, her kesimden edebiyatseverlerin fikirlerini, görüşlerini alıyorum. Birbirinden güzel ve duygulu yorumlar işitiyorum. Okurlar kitabı okumakla yetinmiyor, alıp sevdiklerine hediye ediyor. Kitapevi sahipleri yaşgünlerinde, özel günlerde hediye olarak bu romanın alındığını anlatıyor. Bazen de bir adet kitabı sırayla belki üç, belki beş kişi okuyor. Cümlelerin altını farklı kalemlerle çize çize. Tüm bunlar olurken bana romanın nasıl ve neden bu kadar çok okunduğunu soranlara tek bir kelime ile cevap veriyorum: "Köprü." Zira bu kitap duygusal, ruhsal, manevi bir köprü oldu. Yazardan okura, okurdan yazara, okurdan başka okurlara, gönülden gönüllere uzanan... Reklamla bir kitabı tanıtabilirsiniz. Ama reklamla bir kitabı sevdiremezsiniz. Kitapların başarısı ne reklamla olur, ne tanıtım kampanyalarıyla. Ne önceden hesaplanabilir, ne sonradan geliştirilebilir. Bir kitabı ayakta tutan temel bir kaynak vardır: Okurları! Okurdur kitabı yaşatan. Okurdur kitabı ayakta tutan. Türkiye'de sık sık yakınırız "Bu memlekette kimse kitap okumuyor!" diye. Yeterince kitap okumadığımız doğru ama başka bir hakikati gözardı etmeyelim: Bu ülkede müthiş bir edebiyat okuru mevcut. Öyle bir okur ki, şayet bir kitabı sevmişse, kim ne derse desin benimsiyor, sahipleniyor. Yanında duruyor. Öyle bir okur ki, şayet bir kitabı sevmemişse, o kitap medyada ne kadar tanıtılırsa tanıtılsın, hatta ne kadar şişirilirse şişirilsin, okumuyor, ilgilenmiyor. Edebiyat okurunun barometresi dolaysızdır. Samimidir. Sahicidir. Öyle bir okur var ki bizde, sevdiği kitabı alır yengesine, kuzenine, annesine, arkadaşlarına okutur. Bulunduğu ortamlarda anlatır. Keyifle, tutkuyla. Öyle bir okur var ki bizde, kulaktan kulağa, ağızdan ağıza, gönülden gönüle yayar kitapları. İşte bu önceden hesaplanabilecek, planlanabilecek, yönlendirilebilecek bir şey değildir. Okurun ibresi dolaysız olduğu kadar bağımsızdır. AŞK'ın okur profili son derece geniş bir yelpazeye yayılmış durumda. Her görüşten, her demden insan okudu ve okuyor bu romanı. Muhafazakâr kesimden sol kesime, türbanlı öğrencilerden Kemalist öğretim üyelerine, feministlerden nihilistlere, Alevilerden Sünnilere... Ve ben bu sayede Türkiye'de çok farklı damarlardan gelen insanların tasavvuf hakkındaki fikirlerini öğrenme imkanı buluyorum. Kimi diyor ki "Yıllardır Uzak Doğu felsefesiyle ilgileniyordum. Halbuki burada, burnumuzun dibinde bir hazine varmış. Bu topraklardan çıkan bir hazine. Onu bilmiyormuşum." Kimi diyor ki "Ben dindar bir insanım. Ve bu kitap beni dışlamıyor." Kimi diyor ki "Ben dindar bir insan değilim. Ve bu kitap beni de dışlamıyor." Bir başka okur e-mailinde diyor ki "Aşkla bakıyorum kainata. Aşkla bakıyorum özüme. Eyvallah!" İnanç meselesi genel olarak konuşmakta zorluk çektiğimiz bir konu. Ne zaman laf inançtan açılsa hemen "dindarlık", "laiklik", "bağnazlık" gibi makro kavramlarla örülen güncel tartışmaların gölgesinde kalıyor kelimeler. Türkiye'de gündem hızlı ve tartışmalı. Ve gündem her şeyi yutuyor gibi görünüyor. Güncel siyasetin tozu dumanı, tartışmaları sanki tüm sahneyi kaplıyor. Halbuki bütün bunların ötesinde ve derininde hepimizin bildiği ya da bilmek istediği bir şey var. Bir arayış. Bir seyahat. Dinmeyen bir oluş hali. Tamamlanma arzusu. Bir Aşk. Yaşadığımız koşuşturmacanın ve patırtının altında bir başka ruh halimiz daha var, belki kendimizin bile farkında olmadığı. Yüzyıllardır bizimle beraber gelen bir edep ve adab kültürü var. Tam olarak bilmesek bile, varlığından haberdar olduğumuz. Tasavvuf hem yakınımızda, hani o kadar yakın ki elimizi uzatsak dokunabiliriz tıp tıp atan yüreğine, hem de bir o kadar uzak ve görünmez, sis perdesinin ardında. Orada ışıldıyor. Keşfedilmeyi bekliyor. Daha fazla kadın, daha fazla genç tarafından keşfedilmeyi hak ediyor. Bu öyle bir yol ki "edep" kelimesini baştacı ediyor. Zinhar aşırılığa kaçmamayı öğütlüyor. Kimseyi kimseden üstün ya da ayrı görmüyor. Tek bir insanın tüm hallerini ve tüm bir insanlığı bünyesinde birliyor, bütünlüyor. Bu öyle bir yol ki insana, insana kıymet vermeyi öğretiyor. Özgürleştiriyor. Korkuları ya da yasakları değil aşkı temel alıyor. Tasavvufa en çok kadınların ihtiyacı var. Ve bir de gençlerin. Bu arada eleştiriler de alıyorum. "Tasavvuf moda oldu" diyenler oluyor. "Günün modasına uyup bu konuda bir roman yazmak hesaplanmış bir strateji" diyenler çıkıyor. Böyle sözler duyduğumda bir yanım eziliyor, üzülüyor. Bir yanım etkilenmiyor. Benim bildiğim tasavvuf, kıyısı olmayan bir koca deniz. Duru bir okyanus. O denizden herkes kendi kabı kadar su çekebilir ancak. Eğer kişi kendi kabının içindeki suya bakıp da "İşte denizi elimde tutuyorum" derse yalan olur, yazık olur. Benim bildiğim tasavvufun kapıları herkese açıktır. Efendisi yoktur. Mülk değildir ki tapusu olsun. Herkesi buyur eder. Ayrım yapmadan. Tasavvuf moda değildir. Özü gereği olamaz. Ama bir an için varsayalım ki öyle, velev ki bu bir moda oldu. Velev ki ben ve benim gibi nice insan bu modadan etkilendi. Sadece Türkiye'de değil elbette, tüm dünyada. Eğer beş bin kişi ya da beş milyon kişi Mevlana ile sırf "moda" diye ilgileniyorsa ama bu insanlardan beş tanesinin içinde samimi ve hakiki bir merak uyanıyor, zihinlerinde kapılar açılıyorsa, o zaman en "dünyevi" modada bile bir hayır var demektir. Oradan öteye yollar var... Tasavvufun bize ihtiyacı yok belki ama bizim tasavvufa ihtiyacımız var. Türkiye'nin tasavvufa ihtiyacı var. Bütün bu gerilimlerin, gerginliklerin, şiddet ve husumet haberlerinin içinde debelenirken hepimizin durup da özümüzü hatırlamaya ihtiyacı var. Özümüz yani Aşk. Küçük harflerle değil büyük harflerle AŞK. Özümüz "yaradılanı sevmek Yaradan'dan ötürü." Özümüz ayırmamak insanı, dışlamamak kimseyi, kırmamak kapleri... ayna tutmak kainata ve kainatın aynasında kendimizi görmek... insanlara ve insanlığa faydalı olmak.... özümüz bir aşk zincirinde halka olmak... som bir külçe altın gibi parlamak, ışık ve aşk saçmak... Özümüz bu, gerisi laf. Çünkü "aşk imiş ne varsa bu alemde... "
- 14 sene sonra et yemeye nasıl başladım10 yıl önce
- Türkler ağaçlara öyle hürmet ederler ki...11 yıl önce
- Hatunlar ve romanlar11 yıl önce
- Anadilde eğitim hakkı11 yıl önce
- Babalarının günahlarını oğullar mı sırtlar?11 yıl önce
- Irkçılığın takımı var mı?11 yıl önce
- Güçlü hafıza insanı güçsüzleştirir mi?11 yıl önce
- Alevi komşuma dokunma11 yıl önce
- Küfrün üç hali11 yıl önce
- Neden?11 yıl önce