Babalar... Ve onların babaları
Benim işim, sevdam, kavgam, tutkum hep ama hep kelimelerle. "Peki buna rağmen hiç kullanmadığın temel bir sözcük var mı?" diye sorsanız, hani kitaplar ve romanlar ve hikâyeler dışında, gündelik hayatın içinde ve tekerrüründe, cevabını biliyorum aslında: "Baba." Büyürken hiç telaffuz etmediğim kelime.
Kanadalı romancı Margaret Atwood bir kitabında şöyle der: "Gündüzleri babalar görünmez olur. Gündüz aslında annelerin zamanıdır. Babaların gücü akşamları, geceleri ortaya çıkar. Güneş batınca, eve dönünce..."
Peki daha farklı bir babalık pratiği mümkün değil mi? Gündüzleri de evlatlarının hayatında var olabilen babalar. İllaki güçle değil; yasaklarla kurallarla, korkuyla baskıyla, töreyle gelenekle değil; salt ve som ve saf bir sevgiyle ayakta duran babalar... Bir sırça tahta kurulmak yerine, aile kurumunu tepeden yönetmek yerine, yukarıda kalmaya çalışmak ve bu yüzden fertlerle arasında mesafe bırakmak yerine; dokunabilen, sarılabilen, yalpalayan, sevgisini gösterebilen; çocukla çocuk olabilen, gençle genç kalabilen; zaaflarını ve çelişkilerini ifşa etmekten çekinmeyen babalar....
Türkçe'nin gül bahçesidir edebiyat. Katmer katmer renkleri, büyüleyici rayihaları ve hiç beklenmedik dikenleriyle. Şairleri, yazarları, düşünürleriyle... Ve bu canım bahçede bir baba için kaleme alınmış en duygusal şiir rahmetli Can Yücel'in imzasını taşır. "Hayatta ben en çok babamı sevdim" der o deligüzel şair. "Karaçalılar gibi yerden bitme bir çocuk / Çarpık bacaklarıyla ha düştü ha düşecek / Nasıl koşarsa ardından bir devin / O çapkın babamı ben öyle sevdim."
Defalarca okumuşumdur herhalde bu dizeleri. Nasıl bir sevgi. Nasıl bir hafıza. Kelimelerle koskoca bir abide diker şair karşımıza. Donmuş bir heykele çevirmeden üstelik, putlaştırmadan. Yaşayan, soluyan, çelişkileriyle var olan ve hakiki kalan, etten ve kemikten ve yürekten müteşekkil bir can yapar Hasan Ali Yücel'i; "Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi"ni. Ancak bu kadar güzel anlatılabilir bir baba, oğlunun gözünden.
*
Perşembe sabahı dalgın bir tebessümle bakıyor Eyüp. Nereye gittiğini sorduğumda, "Babalık üzerine konuşma yapmaya" diyor sakince. AÇEV'in girişimiyle "Türkiye'de babalık" konuşulacak. Siyasetçiler, sanatçılar, gazeteciler bir araya gelecek. Önemli bir konferans bu. Ne kadar az irdeliyoruz babalık kurumunu, kültürünü. Eksiği gediğiyle. Hep "annelik ve annelerin sorumlulukları" ön planda. Dergilerde, gazetelerde, televizyonda, internette... Babalığın, yani varlığı ve yokluğuyla, tek tek hepimizin üzerimizdeki etkisi bu kadar derinken bu konu hakkında yazılmış yazı, sarf edilmiş söz ne kadar az aslında!
Bundan birkaç gün önce babasını kaybetmiş Eyüp. Ona ismini veren insanı. Ömründen ömür veren insanı. Şimdi hem babasıyla olan geçmişini, hem oğluyla kurduğu bugünü anlatacak. Hazırlık yapmadan, içinden geldiği gibi, kelimeler nasıl akarsa. Panelin izlerini takip ediyorum Twitter'dan ve basından. Türkiye'nin her yerinde öyle çok babalık hikâyesi var ki konuşulmayan, yazılmayan...
Ömrü hayatımızın dönemeçlerinde daha duru bir samimiyetle ve geniş bir idrakle yapıyoruz geçmişin muhasebesini. Kadınlar anne olduktan sonra yoğun olarak düşünüyorlar annelerini. Erkekler de galiba ya babalarını yitirince yahut babaları rahatsızlanınca bir içsel muhasebeye girişiyorlar. Hatırlıyorlar. Çoktan unuttuklarını sandıkları nice hatıra su yüzüne çıkıyor o zaman.
Biz babalarımızın hatalarıyla yüzleşememiş bir toplumuz. Korkudan, saygıdan, kanıksamışlıktan, "böyle gelmiş böyle gider"cilikten... Sebebi ne olursa olsun bu bastırılmışlık ruhumuza sinmiş. Türkiye'de birçok erkek dayak yiyerek büyümüş ama konuşmuyor. Kaçımız babamızı sevmeyi değil ondan korkmayı, çekinmeyi, onu "idare etmeyi" öğrenmişiz evvela. Anlatmıyoruz. Peki kaçımız babamız gibi bir baba olmaktan endişe duyuyoruz? Paylaşmıyoruz. Bu arada sanatta, siyasette, sporda, iş dünyasında, her alanda yeni bir "baba" arıyoruz kendimize. Bu da demokrasi geleneğimizi baltalıyor içten içe.
Hilary Mantel, çağdaş İngiliz edebiyatının en güçlü kalemlerinden. Tarihi romanlarından birinde Thomas Cromwell'i anlatır. 16. yüzyılın en kudretli siyaset adamlarındandır. Kraldan sonra en önemli yönetici. Romanın başında babasından nasıl dayak yediğini görürüz. Kaçar baba ocağından, hayatı sıfırdan inşa eder. Soylu değildir ama azmeder, soylulara bile hükmedecek bir konuma gelir. Güçlüdür, zengindir. Fakat hiç unutmaz babasından gördüğü şiddeti. Ve kendi oğluna daha iyi bir baba olacağına söz verir.
Romanı okurken düşünmeden edemezsiniz, keşke her kuşakta erkekler kendi babalarından daha "öte" bir baba olmaya azmetseler. Keşke her erkek, kendi babasından görmediği sevgiyi ve ilgiyi misliyle oğluna verebilse. Mantel'in dediği gibi: Hiç olmaza bunu başarabilsek. Bize verilenden daha fazlasını başkalarına vermeyi.
- 14 sene sonra et yemeye nasıl başladım10 yıl önce
- Türkler ağaçlara öyle hürmet ederler ki...11 yıl önce
- Hatunlar ve romanlar11 yıl önce
- Anadilde eğitim hakkı11 yıl önce
- Babalarının günahlarını oğullar mı sırtlar?11 yıl önce
- Irkçılığın takımı var mı?11 yıl önce
- Güçlü hafıza insanı güçsüzleştirir mi?11 yıl önce
- Alevi komşuma dokunma11 yıl önce
- Küfrün üç hali11 yıl önce
- Neden?11 yıl önce