Roman okumak beynimizi geliştirir mi?
Amerika’da, Buffalo Üniversitesi’nde gerçekleştirilen ilginç bir araştırma var. 140 öğrenciye popüler gençlik romanlarından iki tanesi veriliyor. (S.Meyer’den Alacakaranlık Kuşağı ve J.K. Rowling’den Harry Potter). Deneklerin okurken geçirdikleri değişim gözlemleniyor. Hemen hepsi kendilerini ya “vampirler” ya “büyücüler”le özdeşleştiriyorlar
Başkent Ankara'da bir ilkokul sınıfı. Üzerimizde siyah önlükler müfettiş bekliyoruz; sıra sıra, ses çıkarmadan. Önümdeki kız bitlendi geçen hafta; saçlarını kısacık kestiler. Ensesine bakarak oturuyorum. Ve bir de altın top küpelerine. Boyum uzun olduğu için ben zaten hep arkalarda oturuyorum. Arkalarda oturduğum ve kimseyle fazla sohbet etmeyen "bunalım çocuk" olduğum için seyrediyorum âlemi kendi köşemden.
Öğretmenimizin tırnakları uzun, bakımlı ve kan kırmızı. Yaramazlık yaptığımızda, ezkaza bir sorunun cevabını bulamadığımızda tutuyor kulak mememizden, batırıyor tırnaklarını. Çekiniyoruz ondan. Sevip sevmediğimizi bilmiyorum. O kadar çok çekiniyoruz ki sevmeye bir türlü sıra gelmiyor.
Sınıfın bir köşesinde kilitli bir dolap var. Gözüm hep orada. Camları buzdan, içi görünmüyor. Ama ben biliyorum ki içinde raf raf kitaplar dizili. Plastikle kaplanmış olsalar da. "Seksen Günde Devriâlem, Fadiş'in Rüyası, Cambazın Kızı, Gizli Yediler..." Müfettiş gelecek diye bugün açık dolabın kapıları; o gidince gene kapanacak. Derslerimizde kitap okumanın erdemlerini işliyor, evde büyüklerden okumanın ne kadar yüce bir şey olduğunu duyuyor, lakin etrafta okuyan tek bir yetişkin bile göremiyoruz. Bizler okumak istediğimizde ise, aman kirletmeyelim diye kilit altında tutuluyor kitaplar.
Merak ediyorum, acaba o günlerin izi var mı bugün sevdiğim kitapları altını çize çize, didik didik ederek okumamda? Camlı kütüphanelere alerjim var. Özgür olsun kitaplar. Hatta kimseye ait olmasınlar. Dolaşsınlar elden ele, dilden dile. Okuduğumuz eserleri otobüste, metroda, kafelerde, dişçi bekleme odalarında "unutalım" bilinçli olarak. Ki bir başkası bulsun, alsın okusun. Sonra o da unutsun bir yerlerde bir zaman. Mülkiyetten uzak olsun harfler. Göçebe olsunlar.
Amerika'da, Buffalo Üniversitesi'nde gerçekleştirilen ilginç bir araştırma var. 140 öğrenciye popüler gençlik romanlarından iki tanesi veriliyor. (S.Meyer'den Alacakaranlık Kuşağı ve J.K. Rowling'den Harry Potter). Deneklerin okurken geçirdikleri değişim gözlemleniyor. Hemen hepsi kendilerini ya "vampirler" ya "büyücüler"le özdeşleştiriyorlar. Buraya kadar her şey normal. İşin çarpıcı yanı, deneklerin beyinlerindeki empati bölgesinin (anterior insular cortex) yoğun olarak çalışmaya başlaması. Burada araştırmacılar inceleme veya tarih kitaplarından değil, hayal gücünden beslenen romanlardan bahsediyorlar bilhassa. Roman okurları genelde empati duygusu gelişmiş insanlar. Buna karşılık hayatlarında roman okumayanlarda empati gelişmiyor.
Empati, yani kendini bir başkasının yerine koyabilme yetisi. Empati, yani kibirden uzak durabilme gayreti. Sürekli kendini haklı, etrafı haksız; kendini güzel, âlemi çirkin zannetmeme becerisi. Empati ki katillerde, zalimlerde, diktatörlerde, şiddete meyyal ve kendine meftun insanlarda en az rastlanan özellik.
İngiltere'de Liverpool Üniversitesi'nde yapılan ve Telegraph Gazetesi'nde ayrıntılarıyla ele alınan bir başka araştırma dikkat çekici. Deneklere Shakespeare, T.S. Eliot ve edebiyat tarihinin klasikleşmiş nice yazar ve şairlerinden metinler veriliyor. Onlar bu dizeleri okurken beyinlerinin nasıl çalıştığı görüntüleniyor.
Bulgular düşündürücü. Zira roman veya şiir okurken beyin, gündelik hayatta kullanmadığı bölgelerini harekete geçiriyor, kapasitesini artırıyor. Üstelik, okuduğumuz metin bizi ne kadar zorluyorsa beynimiz bundan o kadar besleniyor! Bu da demek ki "Aman bu roman çok zor, okuyamıyorum" diye kenara atmamak gerek. Bir metnin içinde bilmediğimiz eski kelimeler varsa, tahminler yürütüyor, sözlükten bakıyor, ertesi gün o kelimeyi cümle içinde kullanıyoruz.
Daha evvel düşünmediğimiz fikirler varsa, tartıyoruz. Yazar bizi beklemediğimiz yerlerden yakalıyorsa duygusal olarak sarsılıyoruz. Bunların hepsinin özünde bir kas olan beynin gelişimine faydası büyük. Zira insan beyni kolaylıktan değil, zorluktan besleniyor. Bu yüzden bilim dünyası diyor ki: "Shakespeare okumak beyne iyi geliyor."
Roman okurken beynin özellikle sağ yarıküresinde muazzam bir hareketlenme saptanıyor. Burası aynı zamanda kişisel hafızamızın depolandığı yer. Yani bir romanı sevdiğimizde sadece o hikâyeyi, dilini, karakterlerini takip etmekle kalmıyoruz. Aynı zamanda anlatılan kurgunun kendi hayatımızdaki izdüşümlerini yakalıyoruz.
Bu yüzden şimdilerde Batı'da psikologlar diyor ki, kendi kendine tedavi kitapları almak yerine gidin Balzac okuyun, Shakespeare okuyun, Dostoyevski okuyun. Daha çok yararını göreceksiniz. Biz de mademki girdik kıymetli bir barış sürecine, mademki empatiye en çok ihtiyacımız olan bir dönemeçten geçiyoruz; kimi okurlara Peyami Safa, Cemil Meriç, Tarık Buğra... Kimi okurlara Yılmaz Güney, Yaşar Kemal, Mehmet Uzun... Karşılıklı empatileri pekiştirmeli.
Eskiden yayınevine göre eser seçilir, ideolojik tercihler yapılırdı. Neyse ki o duvarlar çoktan kalktı. Solcuların sağ görüşlü, sağcıların sol görüşlü yazarlar okuyabildiği olgunluğa geldik. Mevsim, barış ve uzlaşma mevsimi. Öyleyse şimdi, her zamankinden daha fazla roman okumalı; kitapların üzerindeki kilitleri kaldırma zamanı.
- 14 sene sonra et yemeye nasıl başladım10 yıl önce
- Türkler ağaçlara öyle hürmet ederler ki...11 yıl önce
- Hatunlar ve romanlar11 yıl önce
- Anadilde eğitim hakkı11 yıl önce
- Babalarının günahlarını oğullar mı sırtlar?11 yıl önce
- Irkçılığın takımı var mı?11 yıl önce
- Güçlü hafıza insanı güçsüzleştirir mi?11 yıl önce
- Alevi komşuma dokunma11 yıl önce
- Küfrün üç hali11 yıl önce
- Neden?11 yıl önce