Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

BİRLEŞMİŞ Milletler’de Güvenlik Konseyi’ne bir kez daha seçilmemizin başta Suudi Arabistan tarafından engellenmesinden sonra yazdığım yazıya epey bir tepki geldi.

Olumlu ve olumsuz.

Olumsuzların pek büyük bölümü, “Türkiye kişilikli politikasıyla bunların ayağına basıyor. Bu yüzden Türkiye’yi istemezler tabii” demeye getiriyor.

Madem öyle, sizi biraz eskiye götüreyim de “kişilikli politika” neymiş, nasıl olurmuş öğrenin, öğrensinler.

82 yıl geriye.

1932’ye.

1920’lerin başı. 1. Dünya Savaşı’nın yarattığı sıkıntıların ardından Paris Konferansı’nda varılan uzlaşma gereği dünya barışını korumak üzere hükümetler arası bir organizasyonun kurulmasına karar verilir.

“Milletler Ligi” ya da bizim söylediğimiz şekliyle “Cemiyet-i Akvam” veya “Milletler Cemiyeti”.

Bu sırada Türkiye, Milletler Cemiyeti’ni kuran ülkelerin neredeyse tamamıyla savaş halindedir. Kurtuluş Savaşı.

1922’de savaş biter. 1923’te Türkiye Cumhuriyeti kurulur.

Mustafa Kemal Atatürk, yaptıklarıyla bütün dünyanın gündemindedir ve hem kendisi, hem kurduğu Türkiye Cumhuriyeti büyük saygı görmektedir.

Ve Mustafa Kemal Atatürk’e, “Cemiyet-i Akvam’a katılmak için başvuruda bulunun” önerisi gelir.

Atatürk şöyle der:

“Biz başvurmayız. Türkiye Cumhuriyeti’ni istiyorlarsa onlar davet etsinler.”

Ve 1932 yılında, 9 yaşındaki gencecik Cumhuriyet’e Cemiyet-i Akvam’dan resmi bir davet gelir.

Cemiyetin 28 üyesinin imzasıyla yapılmış bir “davet” mektubu.

Bu daveti asambleye sunan dönemin başkanı Belçika, Atatürk’ün “Yurtta sulh cihanda sulh” cümlesini de referans olarak gösterir ve genç Türkiye Cumhuriyeti 10 yıl önce savaştığı ülkelerin de aralarında bulunduğu bir grubun davetiyle “League of Nations”a katılır.

Katılmakla kalmaz, 1937 yılında Cemiyet-i Akvam’a başkan olur. Türkiye adına başkanlığı Tevfik Rüştü Aras yapar.

Cemiyet, 2. Dünya Savaşı ile birlikte dağılır.

Savaş sonrası kurulan Birleşmiş Milletler’in kurucuları arasında ise yine Türkiye vardır.

Hani o beğenmedikleri “eski Türkiye”.

Atatürk’ün mirası diye Orman Çiftliği’ne binalar yapabilirsiniz.

Ama onun en önemli mirası kişiliğidir.

Onu ne yapacaksınız!

Yapma Murat, bırak söylesinler

SEVGİLİ dostum Murat Bardakçı, pazartesi günkü köşesinde “sosyal medyaya” yönelik yasaklamaları ve cezaların artırılmasını destekleyen bir yazı kaleme aldı.

Diyor ki: “Sosyal medya sitelerinde, Twitter’da, Facebook’ta, vesaire yerlerde aklına esenin eleştiri adı altında hakaretlerine uğrayan çok sayıda kişiden biri olarak tasarının bu hükmünün yasallaşmasını istemem de hakkımdır.”

Hayır Murat, değildir!

O dediğin yerlerde sen bir hakarete uğruyorsan, ben bin uğruyorum.

Biliyorum, şimdi diyeceksin ki, “Sen umursamıyorsan bana ne!”.

Hayır Murat’cım, ben de umursuyorum ama insanları susturma hakkına sahip değiliz.

Bizi sevmiyorlarsa, bizi beğenmiyorlarsa, bizden nefret ediyorlarsa bunu söyleme haklarına saygı duymaktan başka çaremiz yok.

Hakaret meselesi ise başka bir şey. Evet, hakaret etme hakları yok.

Ama ben ona bile bir şey demiyorum.

Yeter ki, hakaret benimle sınırlı kalsın.

Sevdiklerimi işin içine sokmasınlar.

Biz de Allah’ın günü eleştiri yazmıyor muyuz!

Bu eleştirilerin bazıları hakaret olarak algılandığı zaman bize de dava açılıyor.

Eleştirmek bizim hakkımızsa Murat, eleştirilmek de bizi eleştirenlerin hakkı. Hakaret mi ettiler.

Biz de gider mahkemede o hakaretin hesabını sorarız, eğer gerçekten hakaretse.

Ama insanların fikirlerinden ötürü, bizim hakkımızda düşündüklerinden ötürü ağır cezalara çarptırılmasını isteyemeyiz, destekleyemeyiz.

Bu yasalar çıkarsa, bize hakaret etmeyecekler mi zannediyorsun!

Edecekler.

Bu sosyal medya yokken kahvehane köşelerinde, ev sohbetlerinde, restoranlardaki muhabbetlerde etmiyorlar mıydı hakaret?

Eğer halkın önüne çıkıyorsan, eğer her gün ortalık yerdeysen, seven de olacaktır sevmeyen de.

Öven de olacaktır, yeren de...

Hatta hakaret eden de.

Biz kendimizden eminsek, biz doğru olduğumuzdan kuşku duymuyorsak, bu eleştirilere hatta hakaretlere rağmen bildiğimizi okuyacağız.

Ya da bu eleştirilerden ve hatta hakaretlerden bazı dersler çıkaracağız.

Senin “Türk leşleri” deme hakkın varsa, benim Başbakan’a “stratejik sığlık” deme hakkım varsa, birilerinin de bize bir şeyler söyleme hakkı olacak elbet.

Sakin olacağız Murat, kızsak da belli etmeyeceğiz, hak etmediğimizi düşünsek de hatayı kendimizde arayacağız, çok ağır hakaret varsa yargıya gideceğiz...

Bu saçma yasaklarla insanların hakkımızda düşündüklerini söylemelerini yasaklatabilirsin ama hakkımızda düşündüklerini değiştiremezsin Murat.

Bırak düşünsünler, bırak söylesinler.

Biz de öyle yapmıyor muyuz!

Oyumu kime vereceğim?

“GALATASARAY Kongresi’nde kimden yanasın?” diye soruyor herkes.

Doğrusunu isterseniz, hasbelkader Galatasaray Başkanı olmuş Ünal Aysal isimli şahsın “kaçarak” kulübü içine düşürdüğü duruma rağmen büyük cesaretle ortaya çıkan iki adaya da çok saygım var.

Biri mektepten ağabeyim, diğeri ise “Liselilere” değil “Liseciliğe” karşı bayrak açtığım dönemde beni yönetim listesine alma cesaretini gösteren sevgili başkanım.

Galatasaray tarihinde Galatasaray’a en uzun süre hizmet etmiş olan adam...

Galatasaray’a cebinden servet akıtmış son başkan...

Alp Yalman.

Seçimi büyük ihtimalle, hatta yüzde 90 ihtimalle Duygun Yarsuvat kazanacak.

Mayısta yeniden seçim sözü verdiği çin.

Ama benim oyum Alp Yalman’a.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Kullanmadığımız şeylere para harcamadığımız zaman.

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar