Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Zihninizin arkasında sürekli cevabını aradığınız sorular taşırsınız; hiç değilse ben öyleyim, taşırım. Okuduğum her kitap, izlediğim her film veya dizi, tartışma ortamları, görüşmelerim aslında o sorulara cevap bulmak içindir.

        En güncellerini buraya yazayım: 14 yıldır ülkeyi yöneten siyasi iktidarın sahipleri neden hâlâ kendilerini rahat hissetmiyorlar? Güçlü destekleri bulunduğu halde muhalif medyayla hâlâ neden didişiyorlar? Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan en geniş yetkileri kullanabilirken, neden ısrarla “başkanlık sistemi” değişikliği istiyor?

        Bu sorulara cevap teşkil edebilecek ipuçlarını yeni bir kitabı okurken buldum.

        Prof. Ömer Dinçer, AK Parti iktidarında kritik görevler üstlenmiş biri. Tayyip Erdoğan’ın “idari reform projesi”ni üstlenen başdanışmanlığı sonrası başbakanlık müsteşarlığı yaptı. Milletvekili seçilince Çalışma Bakanlığı ve ardından Milli Eğitim Bakanlığı görevlerine getirildi. Kendi isteğiyle devlete ve siyasete veda ettikten sonra, o dönemde yaşadıklarını da paylaştığı, “Türkiye’de Değişim Yapmak Neden Bu kadar Zor’ kitabıyla (Alfa Yayınları) karşımızda.

        Kitabı okurken, “vesayetçi” özellikleri 1000 yıl devam edecek biçimde kurgulanmış bir devletin yönetimini eline almış sivil siyasetçiler olarak, AK Parti kadrolarının, “zoru” değil, “imkânsızı” başardıklarını anlıyorsunuz.

        Tayyip Erdoğan’ın neden ısrarla “başkanlık sistemi” arzuladığını da.

        Sayfalarında dolaşırken askerin kendini devletin sahibi, siyasetçiler ile onların devlet yönetimine taşıdığı bürokratları ise gelip geçici -ve daha kötüsü her an ihanet edebilecek- kişiler olarak gördüğünü düşündüren örneklerle karşılaşılıyor.

        Henüz Avrupa Birliği’ne (AB) tam üyelik ihtimali ufukta görünmez, Kürt sorununa “barış süreci” ile çözüm arayışı ise söz konusu değil iken, Ömer Dinçer’in sorumluluğunu üstlendiği “idari reform” girişimiyle ülkenin hem AB’ye hem de sürece hazır hale getirilmesi planlanır.

        Projeye en büyük tepkinin ordu kanadından geleceğini tahmin ettiklerinden Genelkurmay’a ziyarete giderler. Atölye çalışması yapıldığı gün, arada yemek salonuna geçerlerken, paşalardan biri Dinçer’in koluna girer ve kulağına, “Bu reform nedeniyle biz seni asmaya karar vermiştik, ancak görüyorum ki siz iyi birisiniz ve ülkeyi seviyorsunuz” diye fısıldar...

        Her aşamada devletin sert yüzünün direnişiyle karşılaşır Ömer Dinçer. Yalnız askerlerden gelmez direniş, sivil bürokrasiden, üniversitelerden, muhalefet partilerinden ve dönemin cumhurbaşkanından da engeller çıkar önlerine. Ülkeye gerekli çağdaş reformlara anlamsız direnişleri ortadan kaldırmaya çalışmakla yitirilir nice değerli zamanlar...

        Çoğu reform, bu direnişler yüzünden ya hiç sonuca ulaşamaz ya da en önemli unsurları tırpanlanarak yarım yamalak gerçekleşir.

        Akıllar ayrıntılara takılı kalmasın diye anekdotlar yönünden bilerek zayıf bırakılmasına rağmen, kitapta, bugünden geriye bakıldığında, en hafifi “öngörüsüzlük”, en ağırı “ihanet” sözcükleriyle karşılanabilecek, çok sayıda somut olaya da yer veriliyor.

        “Türkiye’yi merkez medya yönlendiriyordu, medyayı da ordu” cümlesinin ardından anlatılanları okuduğumda (s. 51) zihnimde alarm zilleri çalmaya başladı: AK Parti kadrosunun “vesayet” döneminde medyanın tek taraflı yayınları ve çarpıtmaları yüzünden yaşadıkları kolay unutulacak şeyler değil...

        O dönem medyasında sorumluluk taşıyanlara, “Değiştik” gösterisi için bugün yakalarına AK Parti rozeti taksalar da, Ömer Dinçer’in yaşadıklarını yaşayanların, en ufak kredi açması mümkün değil.

        Üzgünüm Aydın Bey, ama adamlarınızla ilgili acı gerçek bu.

        Zihnimdeki sorulara cevap aramaya devam.

        Diğer Yazılar