Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Yasaya güvenmek ya da güvenmemek...

        Dünyayı zor kullanarak değiştirmek ya da değiştirmemek...

        HBO yapımı “Watchmen” bu ikilemler üzerinde şekillenen bir dizi...

        1987'de yayımlanan, Alan Moore - Dave Gibbons imzalı resimli roman albümü ve 2009 yapımı filmde de vardır aynı meseleler... Ama Damon Lindelof'un imzasını taşıyan dizi, daha derinden, kapsamlı bir şekilde giriyor meseleye.

        Hem de ilk bölümün ilk sahnesinden: Bir çocuk sessiz film döneminde sinema salonunda western izliyor. Filmin kahramanı şaşırtıcı şekilde beyaz olmayan bir şerif... Önce at üzerinde, beyaz şerifi kovalayan maskeli biri olarak görüyoruz onu. Maskesini çıkardığında, beyazlardan oluşan kasaba halkının ona sonuna kadar güvendiğini anlıyoruz. Öyle ki, yakaladığı beyaz şerifi hemen oracıkta linç etmek istiyorlar ama o, “Yasaya güvenin!” diyerek engel oluyor. Sessiz western, beyaz insanların bir şerifin ten rengine değil, temsil ettiği değerlere önem verdiği neredeyse “ütopik” bir dünyada geçiyor.

        Gerçek dünyada olup bitenler ise ne yazık ki, sistematik bir soykırımdan farksız. Aynı filmi izleyen çocuk, salondan dışarı çıktığında beyazların, Afrika kökenli Amerikalıları katlettiğini görüyor. O çocuk katliamdan şans eseri kurtuluyor ve yıllar sonra büyüdüğünde “yasaya güvenmek ile güvenmemek” ikilemiyle baş başa kalıyor. Çocuğun seyrettiği filmdeki "maskeli şerif"in hem kanun adamı olması hem maskeli intikamcı gibi durması kafa karıştırıcı bir imge...

        Ne var ki, yıllar sonra ABD hükümetinin ırkçılara karşı bulduğu çözümlerden biri oluyor bu... Yedinci Süvari adlı ırkçı örgütün militanları Rorschach maskesi takıyor. Polisler de sivil hayatlarında onlara hedef olmamak için farklı maskelerle gidiyorlar işlerine...

        Malum, “Watchmen” resimli romanı alternatif bir dünya tarihinde geçer... Bu “fantastik tarih yazımı” dizide, yaklaşık 100 yıllık ABD yakın tarihini kapsayacak şekilde genişliyor. Ne kadar alternatif ya da fantazi olursa olsun, dizide olup bitenler, bizim yaşadığımız dünyanın yansımasından başka bir şey değil aslında... Sözgelimi, Trump yönetimindeki ABD, ırklar arasındaki gerilimin tırmandığı bir ülke değil mi? Siyahlarla beyazların barış, uyum ve eşitlik içinde yaşadığı ABD ideali, gerçeklikten giderek daha da uzaklaşan bir hayale dönüşmüyor mu? Obama gibi gerçek, filmdeki Robert Redford gibi hayali liberal başkanların kalıcı olarak değiştirebildiği ne var ki?

        “Watchmen” karamsar ve karanlık bir dizi. ABD’nin geleceğinden umutlu değil ama inandığı ya da inanmak istediği bir değer var: O da adalet… “Irklar arasındaki uyum ve gerçek barış ne kadar imkânsız olursa olsun, biz yine de yasaya güvenmeliyiz” diyen bir dizi seyrediyoruz... Final sahnesi de bu fikrin bir yansıması...

        Öte yandan, “ırklar arasındaki maskeli savaş” kadar önem verdiği başka bir meselesi daha var dizinin. “Watchmen”, dünyayı zor kullanarak değiştirmek isteyen süper zekâlar ve süper kahramanların gerekliliğini de sorguluyor...

        Yıllar önce Nixon'u destekleyerek Vietnam Savaşı'nı ABD lehine bitiren Dr. Manhattan mesela... Süper güçlere sahip Dr. Manhattan'ın dünyadan uzaklaşması kuşkusuz bir kaçış. Vietnam'ın ABD eyaleti haline gelmesinin barışı getirmediği öylesine açık ki... Kaldı ki, dizinin son bölümlerine doğru Dr. Manhattan'ın dünyayı güç kullanarak daha iyi bir yer haline getirmenin imkânsızlığını çoktan kabul ettiğini hissediyoruz. Gezegeni terk etmek onun için aslında bir kaçışın da ötesinde... Asıl mesele, Dr. Manhattan'ın dünyayı kurtarmak veya süper kahramanlık fikrinden tümüyle kopmuş olması... Kurtarıcıların işleri daha da karmaşık hale getirdiğini, dünyayı kendi haline bırakmanın en iyisi olduğunu keşfetmiş durumda. Dolayısıyla, dünyayı sadece kendinden değil, başka bir "kurtarıcı"dan daha kurtarıyor.

        Bu arada, Adrian Veidt / Ozymandias'ın (Jeremy Irons) neresi olduğunu uzun süre anlayamadığımızo izole yerde dahi aklı başına gelmiş değil... Soğuk Savaş'ı engellemek için milyonlarca insanı öldürmeyi göze almış olmasıyla hâlâ övünüyor. Nixon'la başlayan yayılmacı dönemi bitiren bir “toplum mühendisi” olarak görüyor kendini... Ama bazı hedeflerine ulaşmış olsa dahi, dünyanın özünü değiştiremediğinin farkında değil. Bu arada “iyi kovboy” Robert Redford'un başkanlığındaki ABD'de değişen ne var ki? Sonuçta, Ku Klux Klan başka adla varlığını sürdürüyor ve ülke iç savaşa doğru gidiyor.

        Adrian Veidt / Ozymandias, kendisine “Efendim” diyen ve her dediğini emir telakki eden, her an ölmeye hazır insanlarla yaşıyor. Yaşadığı yer narsisist biri için aslında bir tür cennet ama o hâlâ kurtaracağı bir dünya istiyor... Onun yokluğunu Dr. Trieu (Hong Chau) adındaki dâhi ve zengin kadın dolduruyor... Trie'nün derdi de aynı: dünyayı kurtarmak...

        Dünyayı kurtarmak ya da iktidara gelmek isteyenlerin öncelikli hedefi ise elbette gücü ele geçirmek, her şeye hükmetmek...

        Mesela, Yedinci Süvari'nin lideri “Biz ırkçı değiliz, sadece Amerika'yı kurtarmak istiyoruz” diyor bir sahnede. Gerçekten de dünyanın en büyük sorunu, kendisini kurtarmak isteyenlerin hırsları değil mi? Yedinci Süvari, bütün maskeli intikamcılar, Nixon, Trieu ve Adrian Veidt / Ozymandias, aynı yaklaşımın farklı yüzleri değil mi?

        “Watchmen” son tahlilde bir "iyi polis – kötü polis" dizisi... Ama bakış açısını ve bugünün ABD'siyle kurduğu siyasi bağı anlamlı bir çerçeveye oturtmasını biliyor. “Watchmen” politik çerçevesi kadar hikâyesiyle de öne çıkan bir dizi...

        Dizi, bir noktaya kadar, merak öğesini ayakta tutan karmaşık ve çözülmesi zor bir bulmaca gibi gelişiyor ama yapbozun parçaları yerine oturdukça seyir zevki yükseliyor. 2009 yapımı “Watchmen” filmini seyreden ya da resimli romanı okuyanlar için belki daha zevkli bir seyir olabilir ama “Watchmen” dünyasına ilk kez girenleri bekleyen özel bir sorun yok. Kaldı ki, Watchmen dünyasını yakından tanıyanlar için de olaylar uzun bir süre bir bulmaca gibi gelişiyor...

        Bazı diziler, seyirciyi diğer sezonlara çekmek için bulmacayı daha da büyütmeyi tercih ediyor. “Watchmen” ise tek sezonun içinde yapbozun parçalarını birleştiriyor. Karanlık nokta bırakmıyor ve seyrettiğiniz her şey yerine oturuyor.

        Özellikle Dr. Manhattan'ın hikâyeye dahil olmasıyla birlikte “Watchmen”in seyri çok keyifli bir bilimkurguya dönüştüğünü düşünüyorum... Dr. Manhattan'ın geçmiş, şimdi ve gelecek zamanı yekpare bir anın içinde yaşamasının yarattığı sonuçlar çok hoş… Dizinin genel hikâyesine damga vuran bazı olayların içinden çıkılamaz bir “yumurta – tavuk” döngüsüne girmesi de eğlenceli ve anlamlı...

        Hatırlamak, unutmak ve belleğin sürekliliği, dizinin açıktan açığa ele aldığı temalar arasında... Dr. Manhattan'ın mutluluğun sırrını unutmakta araması önemli... Hafıza hapının yol açtığı sonuçlar için de aynısı geçerli... Geçmişe saplanıp kalmanın ve maskeli ya da maskesiz intikamcılığın sonuçta hiç kimseye faydası yok...

        "Watchmen"in son bölümlerinde filmin ilk sahnesindeki sinema salonunun “güvenli bir anne kucağı”na dönüştüğü çok hoş bir sahne var... Damon Lindelof, sinema salonuyla anne arasında bilinçli ve güçlü bir bağ kuruyor dizi boyunca... Öte yandan, Yedinci Süvari ve Tepegöz örgütlerinin, Afrika kökenli Amerikalıları hipnotize etmek için filmleri kullanması kayda değer bir metafor...

        “Watchmen”, son zamanlarda sonuna kadar ilgi ve merakla izlediğim nadir bilimkurgu dizilerinden biri oldu.

        Başroldeki Regina King, Ozymandias’ta Jeremy Irons, yaşlı Will Reeves’te Louis Gossett Jr., bıçkın Laurie Blake’te Jean Smart, Wade Tilman’da Tim Blake Nelson adını anmak istediğim oyuncular…

        Aksiyon ve gerilim açısından tıkır tıkır ilerleyen, seyirciye düşünme dinlenme payı vermeyen bir dizi “Watchmen” ama popüler dizi estetiğinin düzeyli örneklerinden biri olduğu kesin.

        Diğer Yazılar