İki oyuncusuyla Oscar'ın en güçlü adaylarından…
Yılın merakla beklenen filmlerinden biriydi ‘Ma Rainey Blues’un Annesi’ (Ma Rainey’s Black Bottom)... Özellikle oyunculuk performansları itibarıyla ödül sezonunun kilit filmlerinden olduğunu düşünenler haklı çıktı. Gerçekten de Oscar’a aday olması kuvvetle muhtemel iki oyuncu var filmde… Ama onlardan önce, senaryonun uyarlandığı oyundan ve yazarından söz etmek gerek. August Wilson (1945-2005), The Pittsburgh Cycle adı verilen 10 tiyatro oyunuyla Afrikalı Amerikalıların 20’nci yüzyıldaki serüvenlerinden kesitler sunan ödüllü bir yazar…
Denzel Washington’un yönettiği ve başrolünü oynadığı 2016 yapımı ‘Fences’ filminde de gördüğümüz gibi August Wilson, Afrikalı Amerikalıların hikâyelerini yalnızca ırkçılık çerçevesinde değil, kendi içlerindeki sorunları ve çatışmalarıyla ele alan; karakteri sadece sosyal olarak değil, psikolojik derinliğiyle işleyen bir yazar.
1982 tarihli aynı adlı oyunundan uyarlanan ‘Ma Rainey’s Black Bottom’da öncelikle tarihsel çerçevenin özenle kurulduğunu görüyorsunuz. Film, Afrikalı Amerikalıların güney eyaletlerinden kalkıp ABD’nin kuzeyindeki şehirlere yerleştiği göçün sonrasında Chicago’da geçiyor.
Filmin büyük bölümünde Chicago’daki bir kayıt stüdyosundayız. Oraya gelmeden önce Chicago’da geçen çok fazla sahne yok filmde… Hatta sahne değil, nerdeyse resim tadında kısa planlar olduğu dahi söylenebilir. Ama her ‘resim’, Afrikalı Amerikalıların 1927 yılında şehirdeki hayatı ve konumu hakkında fikir veriyor. Öncelikle, kuzey eyaletlerinin Afrikalı Amerikalılara göç sonrasında, ayrımcılığın olmadığı bir ‘ütopya’ sunmadığını anlıyoruz. Kuzeye çağrılmalarının nedeni, sanayi toplumunun ucuz iş gücüne duyduğu ihtiyaçtan başka hiçbir şey değil. Ayrımcılık, ırkçılık kuzeyde de aynen sürüyor. Üç müzisyenin trenden inip kayıt stüdyosuna gittikleri sahnede, ‘beyazların kendi dünyaları’nda onları birer yabancı olarak gördüklerini hissediyoruz. İlerleyen bölümlerde de beyazların ekonomik sömürüsünün altı incelikle çiziliyor.
Hatta filmin asıl meselesinin kuzeyde devam eden ayrımcılık ve yeni sömürü yöntemleri olduğunu söylemek mümkün. Blues’un Anası olarak bilinen, 1886-1939 yılları arasında yaşamış caz efsanesi Gertrude ‘Ma’ Rainey (Viola Davis) ile onun yanında çalışan kurmaca karakter genç trompetçi Levee (Chadwick Boseman), bu sömürünün müzik endüstrisindeki yansımalarının karşılığı olan iki müzisyen… Ama sömürünün nasıl işlediğine olayların akışı içinde tanık oluyor, ‘büyük resmi’ film ilerledikçe görüyoruz. Senaryoya kaynaklık eden oyunun yazarı August Wilson belli ki onları öncelikle olumsuz yanlarıyla göstermek ve seyircinin her ikisine de duygusal açıdan belirli bir mesafeden bakmasını istiyor. Bu mesafe, bence filmin en güçlü yanlarından biri… Seyircilerin karakterleri tanımak için çaba gösterdiği; önyargılarıyla yüzleşmek ve sonunda kendi kararını vermek zorunda kaldığı filmleri severim. ‘Ma Rainey Blues’un Annesi’ de onlardan biri… Wilson’un filme de yansıyan usta yazarlığı sayesinde, karakterler hakkındaki duygularımızı ve fikirlerimizi sorguluyoruz.
Ma Rainey, filmin ilk dakikalarında egosu çok yüksek, sinirli, kaprisli bir primadonna imajıyla çıkıyor karşımıza. Bir saat geç geldiği stüdyoda menajeri Irvin (Jeremy Shamos) ve stüdyo sahibi Sturdyvant (Jonny Coyne) başta olmak üzere çevresindekiler için kayıt sürecini zor hale getirmek için elinden geleni ardına koymuyor…
İlk anda esprili, neşeli, yetenekli bir genç müzisyen imajı veren Levee’nin giderek çok konuşan, haddini bilmekte zorlanan, hırslı ve kendini beğenmiş biri olduğunu görüyoruz… Mesleğinde bir an önce yükselmek, kendi grubunu kurup kendi şarkılarını çalmak istiyor. Grubun kendisinden yaşça büyük, görmüş geçirmiş diğer müzisyenleri Cutler (Colman Domingo), Toledo (Glynn Turman) ve Slow Drag’a (Michael Potts) karşı pek saygılı değil. Özellikle Toledo’nun Afrikalı Amerikalılar’ın ABD’deki sosyal konumu üzerine yaptığı yerinde tespitleri ve uyarıları hiç umursamıyor. Sadece onları değil, işvereni Ma Rainey’yi de müzikal anlamda ustası olarak kabul etmiyor. Levee’nin asıl sorunu, müzik sektöründeki güçlü beyazlardan onay alma ihtiyacı ya da onların desteğiyle yükselme ihtirası gibi görünüyor… Çocukluk yıllarını geçirdiği güneyde ırkçılığın travmalarını ağır şekilde yaşamış olmasına karşın kendi halkıyla dayanışmayı pek önemsemiyor. Bunun yerine Amerikan rüyasına, bireyciliğe ve gösterişe inanıyor. Kulisteki kilitli kapı, aşmak istediği engellerin bir simgesi gibi… O engelleri aşınca karşılaşacakları konusunda ise fazla iyimser…
Toledo’nun ayakkabılarıyla onun ayakkabıları arasındaki fark dikkat çekici… Haftalık yevmiyesini şık bir ayakkabıya yatıran Levee, prestijin parayla satın alınabileceğine inanırken; sıradan ayakkabılarıyla Toledo kitabını okuyan bir düşünce adamı… Grup içinde Toledo mütevazi bir takım oyuncusu… Levee’nin tek hedefi ise takımın yıldızı olmak. Finaldeki trajik olaya biraz da Levee–Toledo ve onların Afrikalı Amerikalılar içindeki simgesel konumları üzerinden bakmak gerekiyor… Toledo halkı için, Levee sadece kendisi için hedefler koyuyor…
Ma Rainey de Levee’nin aksine Amerikan rüyası dahil beyazların her şeyine şüpheci yaklaşıyor. Konuşma güçlüğü çeken genç Sylvester (Dusan Brown) için yaptıkları başlangıçta bize de ters geliyor ama sonunda Ma Rainey’nin haklılığı ortaya çıkıyor; dayanışma ruhu hakkında Levee’ye göre çok daha fazla şey bildiği anlaşılıyor.
Öte yandan, Ma Rainey ile Levee’nin müzikal anlaşmazlıkları, filmin ele aldığı kritik meselelerden biri… Ma Rainey, blues müziğinde kendisinden sonra gelecek dalgayı sezen ve dönemin diğer blues şarkıcısı Bessie Smith’in yükselişinin anlamını bilen biri… Blues’un nereye doğru gittiğini görüyor ama değişmek istemiyor; kendisi olarak kalmak istiyor. Müziğiyle kurduğu kişisel bağın yanında plak satışının onun için fazla bir önemi yok. Menajeri ‘Ma Rainey’s Black Bottom’ şarkısının Levee’nin yaptığı yeni düzenlemeyle kaydedilmesini istiyor. Ma Rainey’nin bu olaydaki tavrı, müzikal kişiliğini yansıtıyor.
Ma Rainey, hâlâ doğup büyüdüğü güneyi özleyen, kuzeyi sevemeyen biri… Tam da burada, açılış sahnesine dönmek gerekiyor. Karanlık ormanda beyazlardan kaçtığını düşündüğümüz iki gencin Ma Rainey’yi dinlemek üzere çadıra koşarak girdiğini gördüğümüz sahneye… O çadır konserinde blues müziğinin anlamını görmek mümkün. Afrika’dan gelip Amerika’nın kırsal bölgelerinde şekillenmiş bir müzik bu... Çadırda şarkıları söyleyen Ma Rainey ile dinleyenler arasında güçlü bir bağ var. Göçten sonra şehirdeki konserinde de dinleyiciler coşkulu ama şehrin Ma Rainey’nin sesiyle yetinmediği, görsel şov istediği aşikâr…
Afrikalı Amerikalıların henüz sermaye birikimi yapıp kendi işlerini kuramadığı bir dönemde tümüyle beyazların kontrol ettiği müzik sektörünü hiç sevmiyor Ma Rainey… Film boyunca birkaç kez ısrarla plak yapmanın umurunda olmadığını, turnelerin, konserlerin kendisine yeteceğini söylüyor. Sonuçta, plaklarını siyahlar satın alıyor ama bu alışverişten kâr eden yine beyazlar oluyor…
Ma Rainey’nin yaşam öyküsüne baktığınızda da ilerleyen yıllarda doğup büyüdüğü Georgia’ya döndüğünü görüyorsunuz. Ma Rainey, blues’un hiç bozulmamış saf halini temsil ediyor… Genç Levee ise blues’a insanların dans edebileceği bir ritim kazandırmaktan yana. Aklı Chicago’dan ziyade New York Harlem’de. Piyasa odaklı bir müzisyen olmak istediği belli... Ma Rainey’nin ‘Şarkı söylemek hayatı güzelleştirmenin değil, daha iyi anlamanın yoludur’ derken neyi kast ettiğini kavramaktan o kadar uzak ki… Levee beyazlara duyduğu öfkenin kurbanı olmuş bir genç… Ma Rainey’den ve gruptaki diğer tecrübeli müzisyenlerden hiçbir şey öğrenmeden beyazların yönlendirmeleriyle yoluna devam etmenin doğru olduğunu düşünüyor.
Georgia, Barnesville’deki bir çadır konseriyle açılan filmin Chicago’da beyazların seslendirdiği bir caz şarkısının kaydıyla bitmesi çok anlamlı. Bu şarkı, filmin müzik üzerine söylediklerine ironik bir son teşkil ediyor. O şarkıda cazın ruhu yok. İçi boş, şekilci bir beyaz müziği var orada…
Ruben Santiago-Hudson imzalı uyarlama senaryo, metnin teatral özüyle çatışmaya girmiyor. ‘Fences’te olduğu gibi bu filmde de tiyatro sanatının ritmini, duygusunu hissediyoruz. Daha önceki iki sinema filmiyle çok ses getiremeyen yönetmen George C. Wolfe, kariyerinin en parlak çalışmasında alt metinleri açığa çıkarmasını, dönemin ruhunu yansıtmasını biliyor. Kayıt stüdyosuna girene kadar çektiği tüm sahneler, yeterince işlevsel ve anlamlı. Görüntü yönetmeni Tobias A. Schliessler ile birlikte Chicago’yu gökyüzünden gelen sarı sıcak ışığın altında, bunaltıcı bir yaz atmosferi içinde tasvir ediyor. Afrikalı Amerikalıları tekstil ve ağır sanayi işçisi olarak gösteren iki kısa plana gösterdiği özen dikkat çekici… Kayıt stüdyosu sahnelerinde ise kendi varlığını unutturup filmi karakterlere teslim ediyor; aralarındaki psikolojik tansiyonu başarıyla kuruyor.
Yazının başında da belirttiğim gibi ‘Ma Rainey Blues’un Annesi’nde iki müthiş oyunculuk performansı seyrediyoruz. Viola Davis, Ma Rainey karakterinde neredeyse metamorfoz geçirmiş gibi çıkıyor karşımıza. Kuşkusuz, vücut korsesinin, makyajın ve diş protezlerinin dış görünüşteki değişimde payı var ama sonuçta Viola Davis karakteri çok daha içerden, derinden yakalıyor. Dev bir egoya sahip kaprisli primadonna imajının altındaki hassasiyeti o kadar dengeli yorumluyor ve karakterin sözünü etmediği acıları öylesine iyi açığa çıkarıyor ki hayran kalmamak mümkün değil. Yeri gelmişken Ma Rainey’nin şarkılarını Maxayn Lewis’in seslendirdiğini belirtelim. Ama Ma Rainey’nin Dussie Mae’nin (Taylour Paige) kulağına söylediği şarkıyı Viola Davis’in sesinden dinliyoruz.
Viola Davis bu yıl gördüğüm en iyi kadın oyuncu performanslarından birini sergilerken Chadwick Boseman da ondan aşağı kalmıyor. 28 Ağustos’ta hayatını kaybeden Boseman, kayıtlara son filmi olarak geçen ‘Ma Rainey Blues’un Annesi’nde harika bir oyuncu olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. Levee karakteri, Boseman’ın kariyerinin en mükemmel işlerinden biri… Akademi üyelerinin oylamasından ne çıkar bilmiyorum ama her ikisinin de Oscar’a aday olacağını düşünüyorum. Bu arada, başta Colman Domingo ve Glynn Turman olmak üzere diğer oyuncular da üstlerine düşeni yapıyorlar.
‘Ma Rainey Blues’un Annesi’, çoğunlukla tek mekânda geçen, uzun diyaloglara dayalı, oyunculuk sanatının öne çıktığı tiyatro kokulu bir film… Oscar’daki şansı bir yana özellikle oyuncuların performansı ve blues’un anası Ma Rainey’yi tanımak için seyredilmesi gerektiğini düşünüyorum. (Netflix)
7/10
- Şerif Gören'in ardından52 dakika önce
- El emeği, göz nuru animasyon2 gün önce
- Oysa hayat şimdi ve "Burada"4 gün önce
- Maria'nın 'Paris'te Son Tango'su1 hafta önce
- Oz'un 'kötü' cadısının hikâyesi2 hafta önce
- Issız adaya düşen robot2 hafta önce
- Hikâye farklı, formül aynı3 hafta önce
- Peri masalına dahil olan modern sapık3 hafta önce
- Gençlik bağımlılığa dönüştüğünde…1 ay önce
- Amerikan rüyasının peşinde1 ay önce