İtaat ile karşı çıkış arasında
Gençlik yıllarımda, Elvis Presley’i çok sevdiğimi ve şarkılarını sürekli dinlediğimi söyleyemem. 1970’lerde özellikle İngiltere kökenli modern rock gruplarının yanında imajı, giysileri ve şarkılarıyla eski usul bir Amerikan starı gibi dururdu Elvis Presley. Arada televizyonda gösterilen gençlik filmlerinin hafifliği ve sığlığı, bu algıyı güçlendirirdi. Ama yüzeysel yargılarımı sorgulamayı öğrenip her şeyin kökenine bakma alışkanlığını kazandıkça popüler müzik tarihindeki önemi ve değerini daha iyi kavradım.
Dahası 1990’larda Elvis’in Amerikalılar için neler ifade ettiğini anlatan sosyolojik metinlere denk geldikçe, onunla ilgili tüm bildiklerimin buzdağının görünen kısmı olduğunu fark ettim. Elvis, öncelikle Amerikan halkını birleştiren, birbirleriyle hiçbir konuda anlaşamayan insanların kültürel kesişme noktalarından biriydi. Onu ve müziğini anlamadan 20. Yüzyıl popüler kültürünün eksiksiz, doğru bir profilini çıkarmak mümkün değildi.
Elvis Presley üzerine seyrettiğim ilk film John Carpenter’ın yönettiği ‘Elvis’ (1979) oldu. Aslında bir TV filmiydi ama aldığı olumlu tepkiler üzerine Avrupa ve başka ülkelerde sinema salonlarında gösterime girmişti. Beyoğlu Emek Sineması’nda seyrettiğim film, Elvis Presley’i mit ve star olmanın ötesinde insan olarak keşfetmeyi hedefleyen bir çaba olarak kaldı aklımda.
‘Romeo + Juliet’ (1996) ve ‘Moulin Rouge!’ (2001) gibi sevdiğim filmlerin yönetmeni Baz Luhrmann’ın ‘Elvis’inde de kuşkusuz böyle bir hedef var. Ama asıl amaç Elvis’i herkese yeniden hatırlatmak, keşfetmek ve onu genç kuşaklara tanıtmak…
Film, Elvis Presley’in menajeri Albay Tom Parker (Tom Hanks) ile olan ilişkilerine odaklanıyor. Kariyerinin ilk dönemindeki Elvis’i (Austin Butler) önce onun gözünden görüyor, onunla birlikte keşfediyoruz. Albay, anlatıcı ve filmin antagonisti olarak öykünün tüm kritik noktalarında çıkıyor karşımıza. Ama asıl önemli olan, Albay’ın Elvis’in karşısında temsil ettiği değerler… Albay, sadece ticaret ve kapitalizmin çirkin yüzünü temsil etmiyor. Maddi açıdan Elvis’i sömürmesinin yanı sıra asıl olarak Elvis’in, yobaz ve ırkçı Amerika’ya boyun eğip itaat etmesi için çaba gösteriyor.
Baz Luhrmann’ın vurgulamaya çalıştığı nokta, bu çabanın Elvis’in müziğinin özüyle, ruhuyla çelişmesi… Öyle ki, Albay ve onun zehirli itaatkarlığı, Elvis’i içten içe yiyip bitiren, tüm kariyerini etkileyen trajik bir sürece dönüşüyor. Luhrmann tüm filmi Elvis’in itaat ile karşı çıkış arasındaki gidiş gelişleri üzerine kuruyor.
Elvis filmde müzikle yaşayan, gerçek anlamda ancak sahnede şarkı söylerken var olabilen; nerdeyse saf bir karakter olarak çiziliyor. Elvis, müzik ve sahne dışında hayatını idare etmekte zorlanan, ‘para pul, iş, organizasyon’ konularıyla ilgisi olmayan biri. Ayrıca duygusal ve kırılgan. Çocukluğundan beri hayatının denetim ve yönetimini kendinden büyük insanlara, özellikle de annesine bıraktığı için Albay’ı hayatından çıkarmayı göze alamıyor. Lurhrman’ın altını çizdiği gibi Albay’ı annesinin yerine koymaya ve bir noktadan sonra onun sözünü dinlemeye başlıyor. Özetle, Elvis filmde tam olarak büyüyemeyen, olgunlaşamayan bir kişilik olarak geliyor karşımıza. Buna karşılık, içinde, derinlerinde ona doğru yolu gösteren, müziğini ve hayatını yönlendiren Mahalia Jackson, B.B. King gibi çocukluk, gençlik yıllarının idolleri var.
Luhrmann, Memphis’teki Afrika kökenlilerin müzik kültürünü, blues’u, kiliselerdeki gospelleri Elvis’in müziğine ilham vermenin ötesinde onun için her anlamda ‘ruhsal bir kaynak’ olarak gösteriyor bize. Başı sıkıştığı, krize girdiği ve yol ayrımına geldiği noktalarda Elvis hep o günlere dönüyor. Çünkü Elvis, siyahların mahallesinde blues ve gospellerle büyüyen bir çocuk. Beyazların ‘country’ müziğiyle Afrikalı Amerikalıların ritimlerini birleştiren ve rock’n roll’ın enerjisini sahne üzerinden kendine özgü şekilde dinleyicilere yansıtarak şöhrete ulaşan biri. Süreç içinde Albay’ın yönlendirmeleriyle beyaz ve ırkçı Amerika’nın uysal starı haline geldikçe özünden kopuyor.
Tam da burada, Elvis’in siyasi olarak Cumhuriyetçi Parti taraftarı olduğunu söyleyerek Luhrmann’ı fazla hayalci ve iyi niyetli bulanların filme itirazlarını hatırlamak mümkün. ‘Elvis & Nixon’ (2016) filmine konu olan meşhur buluşmayı yeniden gündeme getirenler de var. Onlara göre Elvis, Amerikan muhafazakarlarının solcu müzisyenlere karşı verdiği mücadelenin bir parçasıydı.
Aslına bakarsanız, tüm bu itirazların filmin kurduğu dünyayla çok çelişmediğini düşünüyorum. Luhrmann, Elvis’i politik bir figür olarak çizmiyor, onu 1968 ruhunun parçası olarak göstermiyor. Ama bir noktadan sonra özellikle siyahlara yönelik ayrımcılık konusunda beyazların uslu çocuğu olmayı kabullenemediğini görüyoruz. Albay’ın sıradan bir Noel şovu olarak planladığı televizyon yayınında Elvis’in yaptığı çıkış, belki bire bir gerçekleri yansıtmıyor ama orada sivil haklar mücadelesine verdiği desteğin kurmaca olmadığını biliyoruz. Sonuçta, Elvis’in hayatının itaat ve karşı çıkış arasında geçtiğini öne süren bir filmin tüm bu itirazları öngörebildiği kesin. Elvis’i sağcı, Cumhuriyetçi bir sanatçı olarak kabul edip en baştan sevmiyorsanız, filmin görüşlerinizi değiştirmesi belki kolay değil. Ama ona dönemin keskin politik ikliminde yolunu şaşırmış, kurtuluşunu şarkı söylemekte arayan biri olarak baktığınızda taşlar yerli yerine oturuyor.
Sözgelimi, Elvis’in bir tür geri dönüş olarak hayata geçirdiği ve müzikal anlamda farklı gelenekleri, formları bir araya getirdiği Las Vegas konserlerine baktığımızda, dönemin müziği içinde kendini nerede ve nasıl konumlandırdığını görebiliyoruz. Sonuçta, müzikal anlamda özüne dönüyor ama kesinlikle politize olmuyor. Zaten öyle bir hedefi de yok. Ne var ki, Las Vegas konserleri onun için başlangıç olmaktan çıkıp Albay’ın hazırladığı bir kapana dönüşüyor. Elvis orada sıkışıp kalıyor ve hayal ettiği dünya turnesini bir türlü gerçekleştiremiyor. Sonuçta, meslek hayatının kontrolünü bir türlü ele alamayan birinin hikâyesini seyrediyoruz. Böyle birinin, Başkan Richard Nixon’la görüşmesi, açıkçası bana hiç şaşırtıcı gelmiyor.
Her şeyin en başına dönüp, Elvis’in yobazlar tarafından ‘fazla seksi, kışkırtıcı ve kesinlikle kabul edilemez’ bulunan o meşhur kıvırtmalarının uyandırdığı tepkileri hatırladığımızda, Luhrmann’ın ne demek istediği daha iyi anlaşılıyor. Elvis müziğini entelektüel olarak değil sezgisel olarak keşfeden ve yapan biri. Sahneye çıktığında kıvırtarak dans etmesinin kadınları etkilediğinin ilk başlarda farkında bile değil. Albay’la çalışmaya başlamadan ve müzik piyasasının kontrolüne girmeden önce doğal bir isyankâr. Sadece kadınların arzulanabilir olmasını kabul eden, erkeklerin cinsel obje olmasını tehlikeli bulan eril iktidara karşı geldiğini bilmiyor.
Tepkilerin büyümesi üzerine Albay tek işinin Elvis üzerinden para kazanmak değil onu düzene uyumlu bir şarkıcı haline getirmek olduğunu keşfediyor. Kariyerinin ilk döneminde uyum sağlamakla kendisi olmak arasında kritik bir seçim yapmak zorunda kaldığında, Elvis kendini önce asker, dönüşte ise bir Hollywood yıldızı olarak buluyor. The Beatles tarih sahnesindeki yerini aldığında, 1968’in isyan kültürü patlak verdiğinde Elvis, kendi özüne yabancılaşmış bir Hollywood starı artık… Bir zamanlar avcunda tuttuğu gençliğin yerinde farklı bir kuşak var. Dolayısıyla, bir noktadan sonra kimlik arayışına giren; baş edemediği noktada hep müziğe ve madde bağımlılığına sığınan biri… 42 gibi hayli erken bir yaşta ölmesi, hayatla baş edemediğinin başka bir kanıtı değil mi? Bana sorarsanız, film tüm bu süreci anlatmakta başarılı.
Her şey bir yana, Baz Luhrmann’ın Elvis’in sahnede şarkı söyleme tutkusunu çok iyi anlattığını düşünüyorum. Hatta filmini bu tutku üzerine kurduğu dahi söylenebilir.
Montaj ilk sahnelerden itibaren baş döndürücü bir tempoya sahip. Filmin resimleri hızla akıp gitse de özenli görüntü yönetimi her sahnede kendini hissettiriyor.
Luhrmann, filmin çok büyük bölümünü video klip gibi tasarlamaktan hiç çekinmiyor. Kısa planlardan oluşan montaj, bizi bazen Elvis’in bazen de Albay’ın zihnine götürüyor. Dönemin tarihsel, sosyal olayları da aynı seri montajla anlatılıyor. Luhrmann, resimli roman estetiği dahil dönemin görsel kültürünü film boyunca kullanıyor. Kuşkusuz yenilikçi bir montaj anlayışı değil ama kendi tarzının en iyi örneklerinden birisi.
Luhrmann, küçük Elvis’in Afrika kökenli Amerikalıların kilisesinde dinlediği müziklerle kendinden geçtiği sahneyi filmin bütünü için nerdeyse bir ‘görsel anahtar’ olarak kullanıyor. Çünkü Elvis orada hayatını adayacağı bir ritim, müzik buluyor. Müzik onun için en başından itibaren asla teknik bir şey değil, tümüyle kalpten geliyor ve bunu siyahlardan öğreniyor.
Montaj sayesinde bütün hayatı boyunca kilisedeki kendinden geçme deneyini, çocukken dinlediği Mahalia Jackson şarkılarının peşinden koştuğunu anlıyoruz. Tam da burada, Elvis’in country ve rock’n roll müziğiyle olan bağının yeterince vurgulanmadığı veya öne çıkarılmadığı eleştirisi getirilebilir. Sonuçta, doğru bir eleştiri olur… Ama müzik tarihiyle yakından ilgilenenler hariç özellikle genç kuşaklar arasında Elvis’i gospeller ve blues müziğiyle ilişkilendirenlerin sayısının çok fazla olduğunu sanmıyorum. O yüzden, Luhrmann’ın tüm filmi yeni nesillerin az bildiği bu akrabalık bağının çevresinde kurduğu belli. İlk bölümde Elvis’i plaktan dinlerken onun bir beyaz olduğuna şaşıranları unutmamak gerek. Elvis’in ilk çıktığı yıllarda ABD’de sıkça yaşanan bir durumdu bu…
Hızla akıp giden kurguya rağmen ‘Elvis’, Baz Luhrmann’ın önceki filmleri gibi dramatik sahnelerde de iddialı. Tom Hanks’in makyajı ilk başta bana nedense biraz zorlama geldi ama film ilerledikçe alıştım. Belli ki, Tom Hanks’in makyajsız şekilde olumsuz bir karakter oynaması, en baştan eledikleri bir fikir olmuş. Elvis Presley’de Austin Butler’ın baştan sona seyre değer harika bir performans çıkardığını düşünenlerden biriyim. Elvis’in gençlik yıllarındaki şarkıları Butler’ın seslendirdiğini belirtelim. İleriki yaşlarda ise Elvis Presley kayıtları kullanılıyor.
Priscilla Presley (Olivia DeJonge) başta olmak üzere diğer tüm karakterlerin biraz geride kaldığı kesin. Ama Luhrmann film boyunca bu iki ana karakterin çevresinde beliren her karakteri, iyi oyunculukların da yardımıyla derinlikli kılmayı başarıyor.
‘Elvis’i beğendim, keyif alarak izledim. 2 saat 40 dakikada bırakın Elvis’in hayatını, müziğini bile hakkını vererek anlatmak kolay değil. Ama Luhrmann hızlı kurgu tekniğinin yardımıyla bence elinden gelenin en iyisini yapıyor. Elvis Presley’in müziğine, 42 yıllık kısa ömrüne ve yaşadığı dönem içindeki yerine kendi kişisel yorumunu getirmeyi başarıyor. Ve bunu yaparken etkili, gösterişli ve seyri keyifli bir filme imza atmasını biliyor. Film belki mükemmel değil ama Elvis efsanesinin sinemadaki en güzel karşılıklarından biri olarak popüler kültürde ayrı bir yeri olacağını sanıyorum. Hazır sinema salonlarında gösteriliyorken, sesin ve görüntünün tadını çıkarın, derim. Çünkü evdeki küçük ekranlarda aynı tadı bulmanız mümkün değil.
7.5/10
- Hikâye farklı, formül aynı39 dakika önce
- Peri masalına dahil olan modern sapık2 gün önce
- Gençlik bağımlılığa dönüştüğünde…6 gün önce
- Amerikan rüyasının peşinde1 hafta önce
- 'Yandaki Oda': Sade, duru ve hüzünlü2 hafta önce
- Yeni bir 'beden değiştirme' hikâyesi2 hafta önce
- 'Venom: Son Dans': Simbiyotik dostluk hikâyesi2 hafta önce
- Pop müzik yıldızının kâbusları3 hafta önce
- Trump'ın yükselişinin öyküsü3 hafta önce
- Silaha, şiddete ve öldürmeye inananlar4 hafta önce