Savaş tarihimizin ve İslâmî hareketin bilinmeyenlerini anlatan iki önemli kitap
Harp meydanlarında kazandığımız zaferlerimizle iftihar ederiz, mağlûbiyetlerimizi hatırlamak bile istemeyiz ama yenilgilerimizi bir tarafa bırakın, galibiyetlerimizin toplu olarak yeraldığı doğru dürüst bir eser bizde şimdiye kadar hâlâ yazılmamıştır!
Daha doğrusu “yazılmamıştı” ve bu büyük noksanımızı Prof. Erhan Afyoncu ile Prof. Feridun Emecen’in geçtiğimiz günlerde yayınlanan koskoca iki cildlik “Savaşın Sultanları: Osmanlı Padişahlarının Meydan Muharebeleri” isimli kitapları telâfi etti…
Savaş tarihimizi toplu şekilde ele alan ilk eser: “Savaşın Sultanları”.
Askerî tarih konusunda böyle bir eserin zamanımıza kadar ortaya konmamasının sebeplerinden biri olayları ekonomik analize ağırlık vererek yorumlamaya dayanan “Annales Tarih Okulu”nun son senelerde bizde de moda olması ama evrakı okumayı ve kullanmayı beceremeyenlerin Annales tavrına bürünüp tarihi bol bol lâf edip ahkâm kesme vasıtası hâline getirmeleri idi.
Bu moda yüzünden askerî tarihten uzaklaşıldı ve “17. yüzyılın ilk çeyreğindeki nohut fiyatlarının ıspanak mâliyetine etkisi”, “1734 Mart’ı ile aynı senenin Temmuz’u arasında çuval üretimi” yahut “Üçüncü Murad zamanında ısırgan, kekik, davul tozu ve minare gölgesi ithalâtımızın merkantilist paradigması” gibisinden son derece önemli konularda birbirlerinden kıymetli eserler verildi!
Askerî tarihçilikte artık neyse ki tekrar ayağa kalkmaya başladık ama bir hayli vakit kaybettiğimiz için dünya tarihçiliğine kıyasla epey geride kaldık! Batı’da yazılan savaş tarihi eserlerinde bizim bu gecikmemiz yüzünden Osmanlı İmparatorluğu’nun askerî boyutundan hep kısaca bahsedildi; askerî tarihimiz İstanbul’un fethinden, Kanuni Sultan Süleyman’ın seferlerinden ve 1571’de uğradığımız İnebahtı bozgunundan ibaret kaldı. Askerî geçmişimizi anlatan zengin arşiv malzemesi, o dönemlerin canlı belgeleri gibi olan dünya kadar yazılı ve görsel kaynak ile müzelerimizdeki savaş malzemeleri de bir köşede âtıl vaziyette bekleyip durdu.
Prof. Feridun Emecen ile Prof. Erhan Afyoncuʼnun uzun seneler boyunca ve bilinen önemli kaynakları kullanarak kaleme aldıkları eser, işte bu yüzden önemlidir.
Editörlüğünü Dr. Coşkun Yılmaz’ın yaptığı kitabın girişinde Osmanlı savaş taktikleri, Osmanlı ordusunun ok ile yaydan ateşli silâhlara geçişi ve sefer lojistiği anlatılıyor; daha sonra on bir padişahın bizzat katıldıkları, çoğu galibiyet ama bazısı da büyük mağlûbiyetler ile neticelenen on altı savaş, Koyunhisarı, Pelekanon, iki ayrı Kosova, Ankara, Varna, Otlukbeli, Çaldıran, Mercidabık, Ridaniye, Mohaç, Haçovası, Hotin, yine iki ayrı Buldur ve Zenta meydan muharebeleri yerli ve yabancı kaynakların ışığında ele alınıyor. Bütün bu savaşlar minyatürler ve gravürler ile İstanbul, Budapeşte ve Viyana’daki askerî müzelerde ve Topkapı Sarayı’nda bulunan silâhların görüntüleri ile zenginleştirilirken hem sefer güzergâhları, hem de orduların yerleşim düzeni 3D yöntemi ile hazırlanmış haritalarla gösteriliyor.
Konusunda ilk ve şu anda tek olan bu çok önemli eserin yazarları ile emek veren herkesi tebrik ediyorum ama kitapta olmaması gereken bir hatâya temas etmeden de geçemeyeceğim…
Savaş tarihçiliğimize uzun seneler kaynaklık edecek olan böyle mühim bir eserde kullanılan minyatürlerin ve gravürlerin altlarına ne olduklarının yazılması ve referanslarının, yani asıllarının bulundukları yerin mutlaka gösterilmesi, hattâ sayfadaki boşlukları doldurmak maksadı ile minyatürlerden alınan detayların bile neredeki hangi elyazmasının kaçıncı sayfasında olduğunun tek tek ifadesi gerekir. Hele “Bir yeniçeri”, “bir kalkan”, “bir mızrak” yahut “bir savaş sahnesi” gibi alelâcele ve baştan sağma yazılmış hissi veren ifadeler büyük emeklerle hazırlanmış böyle eserlere yakışmaz, zira sayfadaki görüntü “bir dansöz”, “bir tencere”, “bir süpürge” veya “bir dans partisi” değil, hakikaten “yeniçeri”, “kalkan”, “mızrak” ve “savaş sahnesi”dir; dekupe görüntünün referansının da “bir” ibâresi kullanılmadan ayrıntılı şekilde verilmesi, kitabın hem yeni baskılarında, hem de çıkacak İngilizce yayında bu hataların tashihi şarttır.
“Savaşın Sultanları”nı yazan Prof. Erhan Afyoncu (solda) ve Prof. Feridun Emecen.
“Savaşın Sultanları”nı hazırlayanları askerî tarihçiliğimize yaptıkları büyük katkıdan dolayı tekrar tebrik ederken bu yazımı okuyup da kitaba sahip olmak isteyecek meraklıların kitapçıda yaşayabilecekleri muhtemel şaşkınlık üzerine bana veryansın etmeleri ihtimaline karşı peşinen söyleyeyim: “Savaşın Sultanları”nın fiyatı yüklü bir savaş tazminatı gibi: 900, yanlış okumadınız, tam tamına dokuz yüz lira!
GAZETECİ PRENSESİN ROMANI
Anne tarafından Osmanlı Hükümdarı Beşinci Murad’ın torun çocuğu, baba tarafından Kotwara Prensesi ve Fransa’nın meşhur gazetecilerinden olan Kenize Murad, otuz küsur senelik arkadaşımdır…
Kenize, tanıştığımızda Fransa’nın en çok satan haber dergisi Nouvel Observateur’de yazıyordu. Ermeni terörünün doludizgin gittiği o günlerde Türkiye’ye destek çıktığı için mâlûm örgütlerin hışmına uğradı ve Paris’ten ayrılıp Monte Carlo Radyosu’nun muhabiri olarak Kahire’de yaşamam zorunda kaldı. Sonra, annesi Selma Hanımsultan’ın hayatını anlattığı ilk romanı “De La part de la Princesse Mort”u yazdı, kitap Fransa tarihinin en fazla satan romanlarından oldu, Türkçe’ye “Saraydan Sürgüne” ismi ile çevrildi ve bunu sonraki senelerde diğer eserleri takip etti.
Kenize Murad’ın son romanı.
Bu sene Paris’te Fayard’dan yayınlanan son romanı “Au Pays des Purs”un da geçtiğimiz günlerde Türkçesi çıktı: “Pak İnsanlar Ülkesinde”…
Kenize, kitabında nükleer güce sahip tek Müslüman ülke olan Pakistan’daki nükleer bombaların teroristlerin eline geçme riskini araştıran Fransız hanım gazeteci Anne’in yaşadıklarını anlatıyor. Anne’in başına Pakistan’da gelmedik iş kalmıyor, üstelik imkânsız bir aşka düşüyor; maceralar, sıkıntılar, beklenmedik hadiseler, sıkıntılar ve mutsuzluklar birbirini takip ediyor.
“Pak İnsanlar Ülkesinde”yi okurken duygusal ilişkiler ile maceraların arasında kendinizi birdenbire Pakistan’ın Türkiye’de bilinmeyen esrarlı ve bambaşka ikliminde buluyor; aşk ve gerilim dolu sayfalarda şimdiye kadar işitmediğiniz hayatlarla ve olaylarla karşılaşıyorsunuz. Kenize Murad, gazeteciliğinin verdiği kıvrak üslûbu ve okutma becerisi ile Pakistan’ın bizde hemen hiç bilinmeyen çehresini, faaliyet gösteren terorist grupları, İslâmî hareketleri, tuhaf bağlantıları ve çok yakından tanıdığı halkın hayat şeklini anlatıyor. Sonra, Çin’in Pakistan’ın güneyindeki Gwadar limanından başlayıp kuzeye uzanan ama dengeleri altüst etmek üzere olan büyük projesini, Hindular’ın Müslümanlar’a karşı seneler boyunca yaptıkları mezalimi naklediyor ve herşeyini kaybetmiş insanların dramını bütün bu facialar sanki gözünüzün önünde yaşanıyormuşcasına sahneliyor.
Kenize Murad.
Edebî bir eseri tercümenin zorluklarını ve yazarın üslûbunu muhafazanın güçlüğünü, hattâ hemen hemen imkânsızlığını bildiğim için çeviri hakkında pek birşey söylemeyeceğim ama bizde de kullanılan bazı isimlerin romanın Türkçesinde batı imlâsı ile yazılmasının sebebini anlayamadığımı da ifade etmek zorundayım: Mustafa “Moustapha”, Begüm “Begum”, Celil “Jaleel”, Hamid “Khamid” diye yazılmamış ama Kerim “Karim”, Tahir “Taher”, Cemal “Jamal”, Pervin “Parveen”, Hasan “Hassan”, Muhtar “Mukhtar”, Nusret de her nedense “Nusrat” kalmış!
Kenize Murad’ın bu renkli ve sürükleyici romanının konusu şayet Pakistan’ı değil de Türkiye’de geçse idi hemen senaryolaştırılırdı ve kaç bölümlük bir dizi olurdu, kimbilir!