Restorasyon faaliyetleri ve Şeyh Galib'in sandukası
Türkiye’de tarihî eserlerin restorasyonunda en yoğun çabanın AK Parti iktidarında gösterildiğini inkâr etmek güçtür…
Bunun böyle olduğunu görmek için hemen her şehrin sokaklarında ve caddelerinde bir-iki adım atmak kâfidir: Bakanlıkların, vakıfların yahut diğer devlet teşekküllerinin başlattığı bir tamir faaliyeti ile karşılaşırsınız. Alâkasızlık ve parasızlık yüzünden harap düşmüş camiler, hanlar, hamamlar, tekkeler, kışlalar, kaleler, surlar ve diğer yüzlerce tarihî bina elden geçirilmekte; iç ve dış tezyinatları tekrar yapılmakta ve yüzlerce sene öncesinden kalan mimarî mirasın ayağa kaldırılmasına çalışılmaktadır
Bütün bu faaliyetlerde hiç hata yapılmadı mı? Elbette yapıldı… Restorasyon adına arada bir bazı acemice hatâların edildiğine ve hattâ mimarî cinayetlerin işlendiğine gazete ve TV haberlerinde arada bir tesadüf ediyor, bazen de bizzat görüyoruz.
Olmaması gereken bu yanlışlıkların gerisindeki en önemli sebep 90’larda, Süleyman Demirel’in başbakanlığı sırasında mevzuatta yapılan değişikliktir. Tarihî eserleri restore etmeye talip olan mimarî şirketlerde aranan “belli bir müddet zarfında bu alanda uzman kabul edilen olan bir başka şirketin yanında taşeron olarak faaliyet gösterip tecrübe kazanmış olma” şartının kaldırılması ve bol keseden ruhsat dağıtılmaya başlanması üzerine meydan acemilere kalmış, işin içine bir de ucuz müteahhitlik mantığı ile cehalet, zevksizlik ve kontrolsüzlük girince restorasyon adına ortaya bazı çirkinlikler çıkmaya başlamıştır ama hatâlı restorasyonların oranı, ihyâ edilen tarihî yapıların adedine göre neyse ki çok azdır.
KARAKOL VE EVLENDİRME DAİRESİ OLDU
İstanbul’da son senelerde baştan aşağı yenilenen tarihî mekânlardan biri de İstiklâl Caddesi’nin Tünel’deki ucunun hemen ilerisindeki Galata Mevlevîhanesi idi. 15. asrın sonlarında kurulup vakfedilen, zamanla Mevlevî kültürünün İstanbul’daki en önemli merkezlerinden biri hâline gelen ama arada bir yanan, yıkılan ve sık sık tamir gören Mevlevîhane’nin başına 1925’te tekkelerin kapatılmasının ardından daha başka işler de geldi, mekân polis karakolu ve halkevi olarak kullanıldı, “hâmûşân”ın, yani mezarlığın bir kısmının üzerine Beyoğlu Evlendirme Dairesi inşa edildi. Mevlevîhane sonra tekrar elden geçirildi, 1975’te “Divan Edebiyatı Müzesi” yapıldı, derken ismi ve fonksiyonu değiştirildi ve şimdi sadece “Galata Mevlevîhanesi Müzesi” olarak faaliyet gösteriyor.
Galata Mevlevîhanesi’de geçen senelerde de tamirat yapılmış ve ahşap semahane ile girişte yeralan ve Divan Edebiyatı’nın en güçlü şairlerinden olan Şeyh Galib’in, en önemli Mesnevî şerhlerinden birini yazan İsmail Rüsuhî Ankaravî’nin ve diğer Mevlevî büyüklerinin kabirlerinin bulunduğu mekân da restore edilmişti.
Türkiye’deki tarihî mekânlarda ve kabirlerde son senelerde tuhaf bir âdet başladı: Birileri hürmet maksadıyla buralara örtü, obje, vesaire cinsinden birşeyler hediye ediyorlar, mekânın müze yahut tarihî türbe olması düşünülmeden ve hediyelerin kalitesi ile uygunluğuna da bakılmadan bağışlar hemen teşhire konuyor.
Geçen gün birkaç dostumla ziyarete gittiğimiz Galata Mevlevîhanesi’nde de aynı işin edilmiş olduğunu gördük. Hayır kazanma maksadı ile bundan birkaç sene önce Ankaravî’nin, Şeyh Galib’in ve diğer sandukaların üzerlerine konması için hat niyetine yamuk-yumuk, hiçbir kurala uyulmaksızın karalanmış yazılarla doldurulmuş işlemeli örtüler verilmiş, Mevlevî kabirlerinde âdet olan sandukaların baş kısımlarındaki “destarlı sikke”lerin yerine de “Horasanî” tarzdaki sikkeler hediye edilmiş ve hediyelerin tamamı sandukaların üzerlerine ve baş kısımlarına yerleştirilmişti.
“Sikke”, “destar” yahut “Horasanî” gibi terimler bilmeyenler için muamma gibi gelebilir, anlaşılacak şekilde izaha çalışayım:
Mevlevîler’in başında, mâlûm, “sikke” denen serpuşlar vardır ve Mevlevî şeyhlerinin yahut bu yolda makam sahibi olanların sikkelerinin başa geçirilen yerlerinin üzerinde şeritlerle sarık gibi sarılmış “destar”lar mevcuttur.
“Horasanî” ise, Mevlevîliğin ilk zamanlarına, tâââ on dördüncü, on beşinci asırlara mahsus birkaç kat tülbentten kalın şekilde sarılmış bir destar şeklidir. Ankaravî’nin 1631’de, Şeyh Galib’in de 1799’da vefat etmiş oldukları nazarı itibare alınınca sandukalarının üzerine yaşadıkları devirden birkaç asır öncesinin sembollerini koymanın nasıl bir hatâ olduğu hemen farkedilir…
Galata Melevîhanesi’ndeki bu önemli hatâlara İstanbul’un hevesli ve basiretli Kültür ve Turizm Müdürü Dr. Coşkun Yılmaz son verdi. Anlatıldığına göre, sandukaların üzerine vaktiyle maalesef zımba ile çakılmış olan hediye ama alelâcele ve hiçbir kaideye uymaksızın yapılmış işlemeli örtüleri zımbaların tellerini bizzat tek tek sökerek kaldırmış, bu tuhaf örtülerin altından eski zamanların asıl örtüleri çıkmış. Horasanî destarların yerine konması gereken sonraki asırların destarlı sikkelerini de Konya’ya sipariş etmiş, bunların masrafını geleneksel mimarîmizin bu devirdeki önemli isimlerinden Hilmi Şenalp karşılamış ve eski kültürün ayrıntılarına âşinâ olan Coşkun Bey, Horasanîler’in yerine bu destarlı sikkeleri de yerleştirmiş.
Şeyh Galib, bir şiirinde Mevlânâ’ya “Başımda bir külâh-ı iftihârım varsa sendendir”, yani “Başımda iftihar edebileceğim bir külâhım varsa senin sayendedir” diye hitap eder…
Şair, “külâh” dediği ve sandukasının üzerinde olması gereken destarlı sikkenin doğrusuna seneler sonra Dr. Coşkun Yılmaz’ın sayesinde kavuştu…
“VAKT-İ MERHÛN”
Eski dilde artık kullanmadığımız “vakt-i merhûn” diye zarif bir ifade vardı ve “zamanının gelmesi” demekti…
Prof. Dr. Halûk Dursun’un vakt-i merhûnunun geldiğini, bu yazıyı yazdığım sırada haber aldım…
İyi bir bilim adamı, iyi bir idareci ve çok daha önemlisi iyi bir dost olan Haluk Dursun’a rahmet diliyorum…
Galata Mevlevîhanesi’ndeki sandukaların üzerindeki “Horasanî” destarlı sikkeler. Sandukaların baş taraflarında bulunması gereken “doğru” destarlı sikkeler. En arkadaki sanduka, Şeyh Galib’e aittir. İstanbul Kültür ve Turizm Müdürü Dr. Coşkun Yılmaz, Mesnevî şârihi Ankaravî’nin sandukasının baş tarafına olması gereken “destarlı sikke”yi koyuyor.