Serseri!
Mehmed Âkif, “Berlin Hatıraları”nda itikada ters düşen sözler edenler için “…Serseri: Hiçbirinin mesleği yok, meşrebi yok; / Feylosof hepsi, fakat pek çoğunun mektebi yok!” der…
Âkif’in sözünü ettiği serseriler son zamanlarda öyle bir arttı ki! Din, iman, itikad, gelenek, vesaire zaptiyeliğine soyunuyorlar ama adamlarda kültür, mâlûmat hak getire! Dünyadan haberleri yok, okuyup öğrenmeyi hem zül, hem zahmet görüyorlar ve yaptıkları tek iş var: Hayatta olan-olmayan herkese hakaretler, küfürler yağdırmak…
Terbiyesizliklerini duyurma vasıtaları da sosyal medya!
Cehaletin vücut bulmuş hâli olan bu güruh klâvyenin başında öyle bir arslan kesiliyor ki, sormayın! Kendilerinden olmadığına inandıkları kim varsa “alçak”, “hain”, “kâfir”, “Allahsız”, vesaire; sadece kendileri düzgün, onlardan başka temiz hiç kimse yok! Etraf kire, çamura ve günaha batmış olanlarla dolu…
Başta gelen meşgaleleri tarihle didişip geçmişle hesaplaşma çabası olan zamâne serserilerinin edepsizlikleri son senelerde daha da utanmaz hâle büründü ve rezil bir moda aldı başını yürüdü!
Birine hakaret mi edecekler? İnsanlıktan zerre kadar nasip almadıkları için bu topraklarda yaşayıp da başka etnik ve dinî gruplara mensup bulunmayı, yani Rum, Yahudi ve Ermeni olmayı “ayıp” görüyor, aşağılayacakları kişiyi hemen bu kalıplardan birine yerleştiriveriyorlar. Atacakları çamur, artık belli: “Yahudi, Ermeni bilmemnesi”, “Mason”, “Dönme”, vesaire…
Aklıbaşında olanlar bu serserileri adam yerine koymuyorlar, “Dediğin kişi Yahudi falan değil ya, ama farzedelim ki öyle! Peki ne olacak?” diye soran pek kimse çıkmıyor, çıkmayınca da herifler gemi azıya alıyor, saldırdıkça saldırıyor, tozuttukça tozutuyorlar…
Zamâne serserilerinden bahsetmemin sebebi artık ipin ucunu tamamen kaçırmaları ve Cumhuriyet’in ilk Diyanet İşleri Reisi olan Rıfat Börekçi’ye bile “Yahudi, haham, mason” demeye cür’et etmeleri…
Bu edepsizliğe nasıl kalkıştıklarını anlatayım:
National Geographic Dergisi 2012’de, yani bundan yedi sene önce Türkiye’de yayına başlamasının onuncu yıldönümü münasebeti ile arşivinde bulunan ve bir kısmı yayınlanmamış fotoğraflardan meydana gelen “Görmediğimiz Türkiye” isimli bir sergi açmıştı. Fotoğraflardan birinde Ankara’da Atatürk’ün verdiği davete giden bir din adamı görünüyordu… Başında sarık vardı, yakaları satenle kaplı ve etekleri topuklara kadar inen “lâta”sının altına frak giymiş, boynuna da papyon kravat bağlamıştı…
Dün bir arkadaşım haber verdi: Serseriler fotoğrafı yayınlanmasından yedi sene sonra farkedip bu yakınlarda sosyal medyada esip gürlemeye başlamışlar. Resimdeki sarıklı ve fraklı kişi güya 1924’ten 1941’e kadar, yani Atatürk döneminin tamamında ve İsmet Paşa’nın da ilk üç senesinde Diyanet İşleri Reisliği yapan Rıfat Börekçi imiş ve Rıfat Börekçi meğerse hem Yahudi, hem haham, hem de masonmuş!
Cehaletleri ve şuursuzlukları bu seviyede olanlara ne söyleyebilir, ne anlatabilirsiniz? “Yahudi”, “haham” ve “mason” dedikleri Rıfat Börekçi’nin, yani İstiklâl Harbi senelerinin Ankara Müftüsü Rıfat Efendi’nin bir ulemâ ailesinin mensubu olduğunu, İstanbul Hükümeti’nin şeyhülislâmı Dürrîzâde Abdullah Efendi’nin Kuvâ-yı Milliye aleyhindeki meşhur fetvasına karşı fetva verip dört tarafı işgal altındaki Anadolu’da halkın Millî Mücadele’ye katılmasında önemli rolünün bulunduğunu, bu yüzden İstanbul’daki divan-ı harp tarafından idama mahkûm edildiğini izaha kalkacak olsanız aval aval bakacaklar, anlamayacaklar ve anlasalar bile şartlanmış oldukları için inanmayacaklar!
BOŞUNA TARTIŞMAYALIM: GİYMEYE MECBURDU!
Serserilerin cehli bu kadarla kalsa âmennâ, ama garabet bitmiyor! Fotoğraftaki fraklı şahıs Atatürk’ün Diyanet İşleri Reisi Rıfat Börekçi değil, Diyanet’in ilk Müşavere Heyeti üyelerinden olan, 1939’da Börekçi’nin muavinliğine, 1947’de de Diyanet İşleri Reisliği’ne getirilen, çok sayıda dinî eserin, özellikle de Türkiye’de en fazla okunan kitapların başında gelen “İslâm Dini”ni yazan bir başka din âlimi, Ahmet Hamdi Akseki!
Vaziyet işte budur: Rıfat Börekçi’yi de, Ahmet Hamdi Akseki’yi de bilmeyen, tanımayan, ayırdetmekten âciz adamlar klâvyenin başına geçip Millî Mücadele’nin önde gelen manevî mimarlarına kendilerince hakaretler yağdırıyorlar…
“Cahil cesareti” işte budur ve böylelerinin “İşgalciler ile mücadele edecek silâhınız olmadığı takdirde düşmana yerden üç taş alıp atarak fiilî mukabelede bulunmak farz-ı ayındır” fetvasını veren Denizli Müftüsü Ahmet Hulûsi Efendi’ye bile “Yahudi, Ermeni, Rum, Dönme, Siyonist, Mason…” vesaire demeleri her an muhtemeldir!
Şimdi, “Peki ama, Ahmet Hamdi Akseki başındaki sarığın altına nasıl olur da frak giyer?” diye sorabilirsiniz…
Cevap basittir: O günlerin şartlarında giymeye mecburdu da ondan!
Sadece bizde değil, daha birçok memlekette inkılâpların ilk dönemleri üzerlerinden uzun seneler geçtikten sonra bakıldığında tuhaf karşılanabilecek hadiselerle doludur ve bu hadiseleri inkılâp günlerinin şartlarını gözönüne almadan yorumlamaya kalktığınız takdirde birbirinden hatâlı neticelere varırsınız.
Birçok memlekette, meselâ ihtilâl Fransa’sında, Çarlık sonrasının Rusya’sında, Mao’nun Çin’inde ve daha başka yerlerde şimdi ilk bakışta hayli garip gelebilecek uygulamalar vardır ama o günleri “geçmişlerindeki kapanmış bir defter” diye görürler, tarihleri ile ideolojik hesaplaşmaya ve kavgaya girişmek hatırlarına bile gelmez…
Biz ise bunun tam tersini yapıyoruz, hesaplaşmayı sermaye edinmiş birileri çıkıp gözüne kestirdiği cahili dolduruyor, neticede cehalet katmerli hal alıyor ve toplumdaki gerginlik arttıkça artıyor…
Mehmed Âkif’in Berlin Hatıraları’nda geçen “mesleksiz, meşrepsiz ve mektepsiz serseri” sözü böyleleri için medhiye sayılır, lûtuf gibidir, bunlar hakkında çok daha başka sıfatlar kullanmak lâzım gelir, dilimin ucuna kadar geliyor ama edebim müsaade etmediği için söyleyemiyorum!
1947’de Diyanet İşleri Reisliği’ne getirilen din âlimi Ahmet Hamdi Akseki, 1930’larda sarıklı ve fraklı olarak resmî bir davete gidiyor.