Kıskançlıktan çatır çatır çatlıyorum!
Gazeteciliğe 17-18 yaşlarımda heves ettim, hasbelkader bir gazetede iş buldum, yıllarca haber peşinde koşturdum, yazı dizileri hazırladım, tercümeler yaptım, köşe yazıları karaladım, sonra kitaplar çıkardım, televizyon vesaire ile uğraştım, gerçi dünyanın dört bir tarafını gezip dolaştım, arada bir keyfine çalgımı da tıngırdattım ama hayâlimde aslında bambaşka bir meslek vardı:
Profesyonel gevezelik!
Ama heyhaaaat! Âââh ki ne âââh, vâââh ki ne vâââh! Bu işi yapabilmek bana bir türlü nasip olmadı…
Hani ekranlarda hemen her gece arz-ı endâm eden ve akla gelebilecek her konuda, meselâ kadın cinayetlerinden S-400 krizine, poşetin paralı olmasından Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesine ve saç dökülmesine kadar hemen her alanda bizleri irşad buyuran, bazen haritanın önüne geçip koskoca paşalara bile taktik dersleri veren büyüklerimiz, hocalarımız, üstadlarımız var ya; işte onlar gibi olmak, çar çar çar konuşup etrafa malîmat saçmak istedim fakat demin de söyledim ya, nasip olmadı!
Dün gece de böyle kanal kanal dolaşan üstadları dinleyip istifadeye çalışırken içime ağır bir hüzün çöktü!
Nasıl çökmesin ki? Üstadlar deprem meselesinden girip yerli ve millî otomobilden çıktılar, Kanal İstanbul’un Montrö ve Pasarofça Anlaşmaları’na niçin ters düştüğünü izah edip 2138’deki genel seçimler hakkında tahminler yaptılar, poşete yapılan zamdan dannn! diye S-400’ün ve F-35’in teknik özelliklerine geçiverdiler ve bütün bu bahislerde ekran karşısındakileri malûmat nûruna garkettiler!
Sonra başka bir kanala geçtim ama geçmez olaydım! Stüdyoda yine bir ilim meclisi kurulmuş, âlimler meclisi sıra sıra doldurmuşlardı ve bilmedikleri hiçbir mevzu yoktu! Hani eskiler bazı üstadlar için “ilminin ucu-bucağı olmayan” mânâsında “yed-i tûlâ sahibi” derlermiş ya, hepsi öyle idi ve moderatörün henüz sormadığı soruları bile telepati ile zihinlerden okuyup ânında cevabını veriyorlardı…
İrşad vazifelerine Libya tezkeresi ile başladılar, gerçi Libya’da neler olup bittiğinden ve oraya asker göndermemizin muhtemel neticelerinden pek bahsetmediler ama dakikalarca uzun uzun, derin derin, bambaşka ihtimalleri anlattılar…
Söz bir ara Kanal İstanbul’a geldi, birkaç dakikalığına bu işi konuştular ve ne dediklerini yahut ne söylemeye çalıştıklarını yine pek anlayamadım. Fakat çok önemli sözler ettikleri muhakkaktı; kafamın basmamasının sebebi de akıl ve bilgi seviyelerinin benden çok yükseklerde olması ve söylediklerini idrak edebilecek hücrelerin beynimde mevcut bulunmaması idi…
Derken, moderatör “Şimdi de Kasım Süleymanî’nin öldürülmesine geçelim” dedi, geçdiler, yine mâlûmat bombardımanı başladı, ortalık toz-duman içinde kaldı; Ardından âniden Suriye’ye, Şam taraflarına da gidip döndüler ama keşke dönmez olaydılar!
Süleymanî, Irak, Suriye ve İran bağlantılarını öyle bir anlattılar ki ilmî seviyelerinin çoook yükseklerde olması yüzünden her zamanki gibi hiçbirşey öğrenemedim ve ekranın karşısında hasedimden çatır çatır çatladım…
Bu ilim dolu dakikaları benimle beraber geçiren bir arkadaşım tam o sırada “Yahu, adamların pek bir şey söyledikleri yok, Kasım Süleymanî’nin ismini galiba ilk defa bu sabah işitmişler, baksana lâfı eveleyip geveliyorlar” demez mi?
Sinirim tepeme çıktı, haset ettiğim üstadlara böyle hakarete cür’et eden küstah herifi “misafir” falan demeden bir güzel haşlayıp yine ekrana daldım ama daha fazla seyredebilmek ne mümkün? Kıskançlıktan kahroldum, hafakanlar bastı, nefesim tıkandı ve söylenenleri artık dinleyemez oldum…
NE YİYİP İÇİYORLAR ACABA?
İşte bu yüzden dün geceden buyana “Ben de böyle profesyonel bir geveze olabilseydim ah neler neler anlatırdım” diye hayallere dalıyorum…
Üstadların beyinlerini böyle şimşek gibi çalıştırabilmek için ne yiyip içtiklerini bir yolunu mutlaka bulup öğrendikten sonra bir kanal kanal koşuşturup gecede öyle iki falan değil, peşpeşe üç-dört ayrı televizyona birden çıkar ve saatler boyu şakır şakır konuşurdum! Profesyonel bir gevezenin “Bilmiyorum” demesi ayıp olduğu için sorulanlara ve sorulmayanlara upuzun cevaplar verir, çiçekçilikten silâhlanmaya, Kanal İstanbul projesinden İran’ın istikbaline, emekli aylıklarındaki düzenlemelere, derîn hukukî meselelere, solaçık filâncanın son maçtaki hatâlarına, hattâ nafaka tasarısına varıncaya kadar hiç durmadan cevherler yumurtlar, gerekirse o gece evime de gitmez, stüdyoda on-on beş dakikalığına kestirip kuvvet topladıktan sonra şakımaya kaldığım yerden devam ederdim.
Profesyonel gevezelik içimde hâlâ böyle bir uktedir ama yaşım genç, önümde nereden baksanız en azından elli-altmış sene var… Kimbilir, günün birinde hayâlim belki de hakikat olur ve ekranlara çıkıp üstadlarım gibi bülbül misâli şakırım, seyircilerim de çile doldurur!