Felâketlerde alelâcele konuşma merakı
2020 hiç de iyi başlamadı…
Senenin daha ilk haftalarında bir taraftan depremlerle, çığlarla, uçak kazalarıyla uğraşıyoruz, bir taraftan da kahreden şehid haberleri geliyor... “Şu sene hayırlısıyla bir geçip gitse…” diyeceğiz ama diyemiyoruz, henüz Şubat’ın, yani ikinci ayın başındayız ve önümüzde daha tam on bir ay var!
“Allah beterinden korusun” duasından başka yapılması gereken bir başka önemli iş daha mevcut: Felâket haberi geldiğinde aceleci olmamak, ne olup bittiği tam öğrenilmeden “Ucuz atlattık, can kaybı yok!” diye başta güya rahatlatan ama sonradan işin hiç de öyle olmadığını gösteren açıklamalar yapmamak, konuşmuş olmak için konuşmamak, öyle hemen demeç falan vermemek…
Deprem olmuş, ortalık tozduman, âfetin tam olarak nereyi, nasıl ve ne şiddette vurduğu belli değil, mülkî âmirlerden yahut politikacılardan biri apar-topar televizyonlara bağlanıp “Can kaybı yoktur” diye güya müjde veriyor! Derken aradan biraz geçiyor ve hayatını kaybedenlerin sayısı yavaş yavaş öğreniliyor: Bir, beş, on, yirmi, otuz…
Ve, sayı maalesef arttıkça artıyor!
Elâzığ’daki son felâkette de bunun aynını yaşadık! Haber geldi, yetkililer birkaç dakika sonra telefonla TV’lere bağlandılar, alışıldığı şekilde “can kaybı olmadığını” müjdeleyip “yaralı sayısının henüz tam olarak bilinmediğini, hasar tesbit çalışmalarına da başlandığını” söylediler…
Netice?
Aradan birkaç gün geçti ve “can kaybı olmadığı” söylenen depremin kırk küsur vatandaşın canını aldığı anlaşıldı!
Aynı acelecilik Sabiha Gökçen Havaalanı’nda dün akşam meydana gelen kazanın hemen ardından yine yaşandı. İndikten sonra bir türlü duramayan uçak gitmiş de gitmiş, sonra otuz metre aşağıya düşmüş, üçe ayrılmış, parçalardan biri ters dünmüş, üstelik biri alev bile almış, içerideki vaziyet henüz belli değil ve yetkililerden her zaman olduğu gibi “Can kaybı yoktur” diye bir açıklama!
Bu yazıyı yazdığım sırada parçalanan uçağın her yerine henüz tamamen girilememiş olmasına rağmen üç kişinin hayatını kaybettiği anlaşılmıştı!
Böyle alelâcele konuşmaya neden meraklıyız? Telâşın sebebi ne ola ki? Biraz daha bekleyip olup bitenlerin mahiyetinin tam olarak anlaşılmasından sonra konuşmak ve milleti doğru bilgilendirmek artık şimdilerde yahut gereksiz mi görülüyor, yoksa Azrail ile mücadele hevesine mi kapıldık?
Felâket ânında bu şekilde geçici mutluluk dağıtanların farkında olup olmadıklarını bilemem ama alelâcele yapılan böyle açıklamaları artık boşa gittiğine ve işitenlerin neredeyse tamamının “Demek ki fena birşeyler oldu” diye düşündüklerinin bizzat şahidiyim!
İKİ FARKLI KADER!
Yolculuğunuz neredeyse sona ermiş, uçağın tekerlekleri piste değmiş, bir-iki dakika sonra çantanızı, paltonuzu, vesair eşyanızı alıp uçaktan çıkmaya hazırlanıyorsunuz ama uçak durmuyor, park yerini sür’atle geçip pistin ucundaki otuz metrelik çukura düşüp parçalanıyor ve dışarıya cesedinizi çıkartıyorlar!
Elemle, ıztırapla ve hüzünle noktalanan kaderler!
Bugün sabaha karşı bu yazıyı tamamlamak üzereyken Fransa’nın önde gelen romancısı, gazetecisi ve benim de neredeyse kırk senelik arkadaşım olan Kenize Murad’dan bir e-mail geldi:
“İzmir’de idim, Çarşamba günü için bu uçağa bilet almıştım ama fikrimi değiştirdim, İstanbul’a Salı akşamı geldim. Cennet, belki de cehennem beni her nedense istemedi” diyordu…
Herhalde bu da kader, belki daha başka bir şey, bilinmez ama Kenize şanslı imiş; vâdesi henüz gelmemiş!