Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bilim dünyası Koronavirüs’e çare ararken hem batı hem de doğu dünyası duayı ihmal etmiyor…

        TV’lerde görmüşsünüzdür: Amerika’nın en meşhur Evanjelist vaizlerinden biri şeytan çıkartma âyini yapar gibi hareketlerle “İnsanlardan uzak dur! Git buradan, defol!” diyerek Koronavirüs’ü lânetliyor; İspanya’da doktorlar, hemşireler ve diğer sağlık çalışanları hastahane koridorlarında hep beraber ilâhiler okuyorlar…

        Vaziyet bizde de aynı… Evlerde her zamankinden belki de daha fazla dua edilirken minarelerden her akşam tekbirler refakatinde yakarışlar yükseliyor…

        İnancın gereği olan dua aynı zamanda moralleri yüksek tutup iç dünyalarda sükûn ve huzuru sağlamaya yarayan mükemmel bir vasıtadır ama “Ben iman sahibiyim, her an dua ediyorum, Korona Morona bana gelmez” diyenlere, hattâ sokakta, çarşıda-pazarda TV kameralarının karşısında bile bu sözleri sarfedenlere ne diyeceğiz?

        Böylelerine cevabı müsbet ilim tahsil etmiş ve asıl mesleği veteriner hekimlik olan millî şairimiz, yani İstiklâl Marşımızın şairi Mehmed Âkif versin…

        1908’de ilân edilen İkinci Meşrutiyet’in ardından yayın hayatına giren ve düşünce tarihimizde çok önemli yeri olan “Sırât-ı Müstakim” dergisinde başyazarlık yapan Âkif, “salgın” ve “dua” hususlarına derginin 17 Kasım 1910 tarihli sayısındaki “Koleraya Dair” başlıklı makalesinde temas ediyor.

        O günlerde, İmparatorluğun dört bir yanında kolera vardır ve devlet sahip olduğu gayet zayıf imkânlarla salgını durdurmaya çalışmaktadır.

        Âkif’e mektup gönderen bir okuyucu, memlekette geçmişte salgınlar çıktığı zaman para ile hafızlar tutulduğunu, bunların memleketin dört bir tarafına gönderildiğini hatırlatmış ve Âkif’ten canlar alan kolera salgınında da aynı âdetin devam ettirilmesi için hükümete tavsiyede bulunmasını istemiş!

        Mehmed Âkif’in cevabı, sadece o zaman için değil, “Ben duayı elden bırakmıyorum, Koronavirüs bana bulaşmaz diyen zamâne cahillerine de mükemmel bir ders mahiyetindedir…

        Burada, Âkif’in yazdıklarının bazı yerlerini günümüzün diline naklettikten sonra, meraklıları için “Sırât-ı Müstakim”deki yazının tamamını üslûbuna dokunmadan aynen vereceğim…

        Önce, başmakaleden yaptığım ve bugünün Türkçesi’ne nakletmeye çalıştığım bölümü okuyun:

        “Aldığımız mektupların birinde ‘Bir zamanlar memlekete kolera gibi, veba gibi salgın bir hastalık çıkınca fedakârlık yapılarak para ile hafızlar tutulur ve memleketin etrafında dolaştırılırlardı. Bugün İstanbul’da ve çevresindeki vilayetlerde koleradan epeyce kayıplar olduğu rivayet edilirken böyle bir teşebbüste bulunmak kimsenin aklına gelmiyor. Sırat-ı Müstakim dergisi hükümete bu eski fakat dindarca usûlün canlandırılmasını tavsiye etse büyük bir hayır işlemiş olacak’ deniyor.

        Evet, öyle bir eski usul vardı, lâkin hiçbir vakit dindarâne değildi! Sabık hükûmet mevkini güçlendirebilmek için millete bütün gücüyle saldıran felâketlerden bile istifade etmek isterdi, yoksa bulaşıcı hastalıklara karşı sağlık kurallarını tamamiyle uygulamaktan başka bir tedbir olamayacağını pekalâ bilirdi.

        …İyice bilmeliyiz ki gerek şahsî, gerek bulaşıcı ne kadar hastalık varsa, ortadan kaldırılması için tıbbın tavsiye edeceği karantina ve tedavi tedbirlerinden başka yapılacak birşey yoktur. Esasen bir köylünün bile yakından bilmesi icabeden bu basit gerçek, bizi öteden beri pek çok aldattıkları için, hâlâ olanca açıklığı ile gözümüze çarpamıyor.

        İslâm Şeriatı’nın tıbba ne büyük yer mevki verdiğini hepimiz biliyoruz da, sonra iki üç riyakârın sözüyle yine o şeriata dayanarak en açık hakikatlere karşı gözlerimizi kapatıyoruz!

        Hazret-i Peygamber “Cenab-ı Hak hiçbir hastalık vermemiştir ki devâsını da vermiş olmasın. O halde, o devâyı aramalısınız.” buyuruyor. Tıptan başka bir şey olmayan bedenî ilmi din ilmi takdir buyuran Peygamber’den o devânın dua kitaplarında aranması lâzım geleceği gibi bir işaret yahut bir açıklama asla vâki olmamıştır.

        …Geçmişteki büyük adamların hayat hikâyelerini ve eserlerini okurken çoğunun tabip olduklarını, zamanlarındaki tıbbî gelişmeleri tamamiyle kavradıklarını görmüyor muyuz? Müslüman hakîmlerden tıpla uğraşanlar sadece İbni Sînâ ile Ebûbekir Râzî değildir. Ümmetin pek çok büyüğü aklın, naklin bu büyük san’ata gösterdiği hürmeti hakkıyle takdir ederek fevkalâde çalışmışlar, yaşadıkları asra göre fevkalâde yararlıklar göstermişlerdir.

        Herkesçe bilinen bu gerçekleri tekrardan maksadımız okumakla, üflemekle hastalık tedavisine kalkışmanın zannedildiği gibi dindarâne bir usûl olmadığını, bizim dinimize asla böyle birşey sığmayacağını söylemektir.

        Kur’an-ı Kerim hastalara, ölülere okumak için inmemiştir. Kur’andaki şifa, cahillerin anladığı gibi değildir!..

        Meşhur fıkradır: Arabın biri uyuza tutulmuş develeri için Hazret-i Ali’den dua istemiş; hazreti Ali de uyuza karşı en etkili duaların katran kadar tesirli olamayacağını söylemiştir.

        İşinin ehli tabiplerimiz “Koleraya karşı en faydalı şahsî tedbir, yemeye-içmeye dikkatten ibarettir” diye bağırıp dururken hâlâ bir çoğumuz Allah’a tevekkül ederek pisboğazlıktan geri durmuyor! Doğrusu tevekkülü pek iyi anlamışız!

        Allah aşkına olsun dinin esası ile riyayı birbirinden ayıralım; hayatın gerçeği olan İslâm şeriatını cehaletimize, tembelliğimize, aptallığımıza delil gibi gösterip durmayalım. Şeriatın aslını Allah’ın kitabından, peygamberin davranışlarını ve ahlâkını hadisten alamayacaksak Kur’an’ı, peygamberin sünnetini uygulayan gerçek Müslümanlar’ı önder kabul edelim.

        Yoksa, din ile aralarındaki mesafe çok çok uzak olan cemaatlerin cahillerine yahut ümmetin rezillerine uyacak olursak koleralar, vebalar hakkımızda rahmetin tâ kendisidir!”.

        İŞTE, ÂKİF’İN MAKALESİNİN TAMAMI

        Aşağıda, Mehmed Âkif’in “Sırât-ı Müstakim” dergisindeki “Hasbıhal” köşesinde 17 Kasım 1910’da yayınlanan “Koleraya Dair” başlıklı başyazısının tamamı yeralıyor. Bilmediğiniz kelimelerin mânâlarını sözlüğe bakarak öğrenebilir; üstelik şayet evde kalanlardan iseniz, böylelikle vaktinizi işe yarar bir işe sarfetmiş olursunuz…

        İşte, Âkif’in başyazısı:

        “Aldığımız mektupların birinde deniyor ki :

        “Bir zamanlar memlekete kolera gibi, veba gibi müstevlî bir hastalık gelince fedakârlık yapılarak para ile hafızlar tutulur ve memleketin etrafı devrettirilirdi. Bugün İstanbul’da, civar vilayetlerde koleradan epeyce telefat olduğu rivayet ediliyorken hiç öyle bir teşebbüste bulunmak kimsenin aklına gelmiyor. Sırat-ı Müstakim hükümete bu eski fakat dindarane usûlü ihya etmesini tavsiyede bulunsa büyük bir hayır işlemiş olacak...”

        Evet, öyle bir eski usul vardı, lâkin hiçbir vakit dindarane değildi! Hükûmet-i sâbıka mevkini tahkîm için millete savlet eden felâketlerden bile istifade etmek isterdi, yoksa sârî hastalıklara karşı nizâmat-ı sıhhiyeyi tamamiyle tatbikten başka bir tedbir olamayacağını pekalâ bilirdi.

        Yıldız’da yüksek sesle tilâvet edilen Buharîler hastalığı defetmek için değil, safdil halkın hissiyat-ı diniyesini okşayarak huluskâr bir padişaha ihlâs celbetmek içindi. Yoksa bir taraftan tâ Rusya hududundaki koleranın gölgesinden ürkerek sarayında en sıkı tedâbîr-i tahfîziyeyi ifâ ettiren; diğer taraftan külhanlar dolusu kütüb-i diniyeyi cayır cayır yaktıran adamın Buhârîler’e, salât ü selâmlara zerre kadar ehemmiyet vermeyeceğini azıcık düşünenler pek kolay kestirebilirdi.

        İyice bilmeliyiz ki gerek münferid, gerek sârî ne kadar hastalık varsa, izâlesi için tabâbetin tavsiye edeceği tahaffuzî, şifâî tedâbîrden başka yapılacak birşey yoktur. Esasen bir köylünün bile yakînen bilmesi icabeden bu basit hakikat, bizi öteden beri pek çok aldattıkları için, hâlâ olanca vuzûhuyla gözümüze çarpamıyor.

        Şeriat-ı Garra-yı İslâmiye’nin tababete ne büyük bir mevki verdiğini hepimiz biliyoruz da sonra iki üç riyakârın sözüyle yine o şeriata istinad ederek en celî hakikatlere karşı iğmaz-ı ayn ediyoruz!

        Hazret-i Peygamber “Cenab-ı Hak hiçbir hastalık vermemiştir ki devâsını da vermiş olmasın. O halde o devâyı aramalısınız.” buyuruyor. Tababetten başka bir şey olmayan ilm-i ebdânı ilm-i edyan kadar takdir buyuran Peygamber’den o devânın dua kitaplarında aranması lâzım geleceği gibi bir işaret yahud bir tasrih ise asla vâki olmamıştır.

        Ne hâcet! Suret-i kat’iyede tahrîm ettiği şarabı hazık bir tabibin sözü üzerine tahlil eden; tababeti alelâde san’atlar derecesinde tutmak şöyle dursun, “tahsili farz-ı kifâyedir” diyen bir din-i semavî nasıl olur da etıbbânın vazifesine müdahale eder?

        Eâzım-ı eslâfın tercüme-i hallerini, eserlerini okurken pek çoklarının tabip olduklarını, zamanlarındaki terakkiyat-ı tıbbiyeyi tamamiyle ihâtâ etmiş bulunduklarını görmüyor muyuz? Hükemâ-yı İslâm’dan tababetle uğraşan yalnız İbni Sînâ ile Ebûbekir Râzî değildir. Pek çok ekâbir-i ümmet aklın, naklin bu san’at-ı celîleye verdiği mevkî-i hürmeti hakkıyle takdir ederek fevkalâde çalışmışlar, bulundukları asra göre fevkalâde yararlıklar göstermişlerdir.

        Bir zamanlar tababetin okur yazar fırka için tahsili mecburî fünûn sırasında bulunduğuna ise medreselerimizin ismi delâlet ediyor.

        Herkesçe ma’lûm olan bu hakaiki tekrardan maksadımız okumakla, üflemekle hastalık müdâvâtına kalkışmak zannedildiği gibi dindarâne bir usûl olmadığını, bizim dinimize asla böyle birşey sığmayacağını söylemektir.

        Kur’an-ı Kerim hastalara, ölülere okumak için nâzil olmamıştır. Kur’andaki şifa, cehelenin anladığı gibi değildir!...

        Fıkra-i meşhurdur ya : Arabînin biri uyuza tutulmuş develeri için Hazret-i Ali’den dua istemiş; müşarunileyh de uyuza karşı en me’sûr duaların katran kadar müessir olamayacağını söylemiştir.

        Hazık tabiplerimiz “Koleraya karşı en nâfi bir tedbir-i şahsî varsa o da yiyeceğe, içeceğe yani ‘himye’ye dikkatten ibarettir” diye bağırıp dururken hâlâ bir çoğumuz -mütevekkîlen alâllah- pisboğazlıktan geri durmuyor! Doğrusu tevekkülü pek iyi anlamışız!

        Allah aşkına olsun din-i hâlis ile riyayı birbirinden ayıralım; mahz-ı hayat olan Şeriat-ı İslâmiye’yi cehaletimize, meskenetimize, hamakatimize bir hüccet gibi irad edip durmayalım. Lübb-i şeriatı Kitabullah’tan, Siyret-i Resul’ü hadisten alamayacaksak Kitabullah ile, Sünnet-i Resul ile âmil olan hakikî Müslümanlar’ı pîşva ittihaz edelim.

        Yoksa, din ile aralarındaki mesafe bu’dü’l-maşrikeyn olan cehele-i cemaate yahut hezele-i ümmete uyacak olursak koleralar, vebalar hakkımızda ayn-ı rahmettir!”.

        Mehmed Âkif’in “Sırât-ı Müstakim” dergisinde 17 Kasım 1910’da çıkan “Koleraya Dair” başlıklı başyazısının ilk sayfası.
        Mehmed Âkif’in “Sırât-ı Müstakim” dergisinde 17 Kasım 1910’da çıkan “Koleraya Dair” başlıklı başyazısının ilk sayfası.
        Mehmed Âkif.
        Mehmed Âkif.

        Diğer Yazılar