Evden sıkılıp sokak aşkı depreşenler için İspanyol Nezlesi hatıraları
“Artık yeter! Sokaklar bizi özlemiştir, evlerden çıkalım, AVM’leri açalım, normal hayata dönelim…” deyip durduğumuz bugünlerde, 1918 ile 1920 arasında milyonların canını alan “İspanyol Gribi” yahut İspanyol Nezlesi” denen âfet hakkında vaktiyle dinlediklerimi hatırlıyorum…
Çocukluk ve gençlik zamanlarımda, yani 1960’ların sonu ile 1970’lerde, o tarihten 40-50 sene önceki salgını İstanbul’da yaşayan, hattâ hastalığa yakalanıp şifa bulan hayli kişi tanıdım ve anlattıklarını uzun uzun dinledim…
İspanyol meretinden bahsedenlerin başında rahmetli anneannem geliyordu; sonra onunla yaşıt aile dostlarımız, en nihayet hocalarım ve diğer üstadlar…
1890’ların sonu ile 1900’lerin başlarında doğmuşlardı, “İspanyol Nezlesi” dedikleri belânın dünyayı kırıp geçirdiği senelerde 20-25 yaşlarında idiler; bana o günleri anlatırken yetmişlerine, haydi bilemediniz yetmiş beşlerine gelmişlerdi, hafızaları ve hatıraları pırıl pırıldı, çektikleri sıkıntılardan sanki dün imişcesine bahsederlerdi…
Söylediklerinden hatırımda kalanların bazılarını size de nakledeyim:
Salgın, İstanbul’da zengin-fakir, asker-sivil, genç-yaşlı demeden ve sosyal sınıf farkı da gözetmeden hemen herkesi, özellikle iki bölgeyi vurmuştu: Yahya Kemal’in “Ücra ve fakir İstanbul” dediği Suriçi’ndeki mahalleler ile zengin mekânları, o senelerde konaklarla dolu Nişantaşı, Fatih gibi semtleri ve yalılar beldesi Ortaköy-Bebek arasını…
MAHALLE GİBİ KONAKLAR
Fukara semtlerdeki evlerle konakların ve yalıların ortak bir özellikleri vardı: İnsanlar burada birarada, birbirlerine yakın vaziyette yaşıyorlardı! Dar sokaklarda yanyana dizilen cumbalı, ufak ahşap evlerin sâkinlerinin birbirlerinden hastalık kapmamaları mümkün değildi ve aynı ihtimal konaklarda da mevcuttu. Konak sahibi aileler paşa hazretleri, büyük hanım, damat bey, küçük hanım vesaire gibi altı, sekiz, yahut on-on iki kişiden ibaretti ama otuz-kırk odalı koskoca binada tek başlarına değildiler. Onlarla beraber yaşayan ve konağı evirip-çeviren kalfayı, dadıyı, emekdarı, beslemeyi, hizmetkârı, ayvazı, aşçıyı, arabacıyı, seyisi, vesaireyi de ilâve ettiğiniz takdirde nüfusu ufak bir mahalleyi bulan bir mekânda salgından korunmanın imkânsızlığını hemen farkederseniz!
Katil nezle şehrin o senelerde nisbeten uzak semtleri olan Boğaz’ın Anadolu sahillerine, Kanlıca, Kandilli, Beykoz taraflarına ve Kadıköy’ün ilerisindeki yerlere, meselâ Erenköy ile Bostancı’ya pek ulaşamamıştı. Bu işi Rumeli yakasındaki konakların sâkinleri hallettiler, salgından kaçmak için Erenköy taraflarındaki köşklere taşındılar ve nezleyi de beraberlerinde götürdüler…
NEZLE, SÜPÜRGE TOHUMU VE İŞGAL…
O günleri anlatanların hemen tamamı, evlerde kaynayan kazanlardan bahsederlerdi. Söylediklerine göre, salgının devam ettiği iki sene boyunca her gün kazanlar dolusu su kaynatmış, ateşe hiç durmadan odun atmışlardı…
Sıcak su neden mi kaynatılıyordu?
Herhangi bir tıbbî maksatla falan değil, cenaze yıkamak için! Ölümler ardarda gelince zamanın sağlık makamları cenazeleri yıkayıp kefenleyenleri ağızlarını ve burunlarını sıkı sıkıya örtmeleri ve soğuk değil ılık su kullanmaları için devamlı şekilde uyarıyor, ev halkından her an birisinin vefat etmesi ihtimaline karşı bu yüzden ateşte kazanlar dolusu su tutuluyordu!
İstanbul’da o günlerin İspanyol Nezlesi ile beraber bir başka derdi daha vardı:
İşgal!
Dünya Harbi’nden mağlûp olmamız üzerine 1918’in 30 Ekim’inde Mondoros’ta meş’um mütarekeyi imzalamamızın hemen ardından galip devletlerin donanmaları İstanbul’a gelip demirlemiş, şehir gayrıresmî ama fiilî bir işgale uğramış ve her iki felâket, salgın ile işgal hemen hemen aynı zamanda yaşanmıştı…
Gençlik yıllarımın yaşlıları o günleri “Süpürge tohumundan ekmek yapıp nohutu kahve niyetine içtiğimiz o günlerde bir tarafta nezle vardı, diğer tarafta da bir dudağı yerde bir dudağı gökte yamyamlar ile sarıklılar” diye anlatırlardı…
Müttefiklerin sömürgelerinden getirdikleri askerlerden bahsediyorlardı… “Yamyam” dedikleri Fransız Ordusu’ndaki Senegalliler, “sarıklı”lar da İngilizler’in Hindistan’dan taşıdığı askerlerdi…
Bugünün hilâfet meraklılarına hatırlatayım: İstanbul’u işgal eden Müttefik birliklerdeki Senegalliler’in de, Hintliler’in de ekseriyeti Müslüman idi ama bu askerler Dünya Savaşı’na iştirakimizin daha ilk günlerinde “cihad” ilân eden Halife’nin ordusu ile savaşmış ve Halife’nin başkentini işgalde hiç tereddüt göstermemişlerdi!
O senelerde tuhaf bir âdetimiz vardı: Doğru dürüst istatistik çıkartmaz, çıkarttığımız takdirde rakamlardan korkar, adetleri gizler, özellikle de ölüm sayılarını saklar ve bu maksatla sıkı bir sansür uygulardık…
Bu saçma âdet yüzünden o senelerde meydana gelen birçok önemli hadisenin ayrıntısı hâlâ meçhuldür; meselâ 1912’deki Şarköy depreminin sebep olduğu hasar ve depremde kaç kişinin can verdiği bugün bile tam olarak bilinmemektedir. Memleket, Enver Paşa’nın sansürü yüzünden de Sarıkamış’ta 1915’te yaşanan faciadan seneler sonra haberdar olabilmiştir!
Türkiye’de İspanyol Nezlesi’nden can verenlerin gerçek adedi de istatistiği umursamamızın ve sansür âdetimizin kurbanıdır! Resmî açıklamalara göre salgın İstanbul’da 6 bin küsur can almıştır ama şehrin sâkinlerine sorarsanız asıl sayının çok daha yüksek, hattâ onbinlerin üzerinde olması lâzımdır; zira bildikleri hemen her evden bir yahut iki cenaze çıkmıştır.
SOKAK AŞKIMIZ DEPREŞTİ AMA…
Koronavirüs’ün ikinci dalgasının gelme ihtimalinden bahsedildiği bugünlerde sokak hasreti ile yanıp tutuşanlarımızın unutmamaları lâzım: İspanyol Nezlesi dünyayı ardarda dört dalga ile vurmuştu. İlk dalga hafif geçti, tam “Bitti, kurtulduk” deyip gevşediğimiz anda ikincisi geldi, en az 30-40 milyon kişinin canını aldı ve bunu iki dalga daha takip etti…
İspanyol Nezlesi hakkında anlatılanlar bizde bölük-pörçüktür fakat akademik yayın pek öyle fazla değildir…
Yapılan tek-tük çalışmalara bir örnek vereyim: Salgının macerasını merak edenler, Murat Yolun’un Adıyaman Üniversitesi’nde 2012’de yaptığı “İspanyol Gribi’nin Dünya ve Osmanlı Devleti Üzerindeki Etkileri” başlıklı yüksek lisans tezini YÖK’ün tez sitesinden indirerek okuyabilirler…