Tuhaf bir şeyler oluyor Ankara'da…
Şu sıralar herkes İstanbul seçimlerine odaklanmış durumda olduğu için gözlerden kaçıyor ama Kürt meselesinin çözümü bağlamında Türk devleti içinde ben tuhaf itişmeler gözlemliyorum.
Son gelişmeler üzerinde düşünelim… AK Parti-MHP ittifakının İstanbul adayı Binali Yıldırım Diyarbakır’da müthiş özgürlükçü bir miting yaptı. O mitingde Kürdistan kelimesini telaffuz etti. PKK’yı da iki defa Kürt yurttaşların kullandığı şekliyle ifade etti.
Biliyorsunuz, bir süre önce de Abdullah Öcalan ile avukatları düzenli görüşmeye ve kamuoyuna bu yolla mesaj iletmeye başladılar. Öcalan ile Türk devleti arasında yeni bir durum oluşuyor.
Herkes Devlet Bahçeli’den bu gelişmeye karşı çıkmasını beklerken bilakis Bahçeli son derece sağduyulu bir tavırla Öcalan’ın avukatlarıyla görüşmesini desteklediğini ifade etti. Bir tabu yıkıldı.
Fakaat… Tüm bunlar olurken tuhaf şekilde şu da oldu: Bitlis’te Kürtçe tabelalar indirildi. Bir yandan Kürt halkı ile kucaklaşmak için önemli adımlar atan Binali Yıldırım, diğer yanda Eski Türkiye’yi hatırlatan ve adeta hem AK Parti’ye hem Binali Bey’e siyasi suikast niteliğinde bir olay. Normal olmayan ve çok karanlık bir gelişme bu.
Öcalan’ın avukatlarıyla görüşmesinden ve Türkiye’nin Kuzey Suriye’de hassasiyetlerine dikkat edilmesi gerektiğini söylemesinden birkaç gün sonra devletin içinde kıpırdanmalar ve hareketlilik başladı.
Kimi odaklar bu yeni durumu doğmadan sakatlamak istiyor. Kürtleri rahatsız edecek kamusal icraatları kasten yapıyorlar. Bu konuda detay veremem ama bana güvenin, devlet içinde vaziyet aynen böyle.
Bu tablonun özeti aslında şu: AK Parti şu an tek başına iktidar değil ve ülkeyi yönetirken koalisyon içinde olduğu kimi “devlet güçleri” Kürt meselesinin özgürlükçü yöntemlerle çözülmesini istemiyor.
Bu zinde güçler ya da sıklıkla kullandığım, daha isabetli tabirle “iyi saatte olsunlar” bu meselenin çekiç-çivi metaforuyla çözüleceğine inanıyor.
Bizler Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine bürokratik vesayet tamamen bitsin ve seçilmiş siyasi iktidar devlet içinde tek otorite olsun diye destek verdik ama mevcut durum maalesef böyle değil.
Haftaiçi bayramlaşma vesilesiyle konuştuğum AK Parti’nin ileri gelen ve Erdoğan’a çok yakın isimleri de sanki 2006-2007 ortamına dönülmüş havada konuşuyorlar.
Çok üzücü ama “Devlet içinde devlet” kavramının AK Parti çevrelerinde yeniden telaffuz edildiği bir dönemdeyiz.
Bu noktada 2006-2007’den farklı olan şey bu sefer zinde güçlerin AK Parti ve Tayyip Erdoğan’ı devirmekten ziyade ülkeyi “beraber” yönetme arzusunda olmaları. Hatta bu şekilde Erdoğan’a güç kazandırdıklarını bile iddia ediyorlar.
Görüldüğü gibi “iyi saatte olsunlar” geçmişten ders almış şekilde artık darbeci ve sivil hükümeti devirmeci eğilimlere girmiyor.
Bilakis seçilmiş hükümeti koruduğunu söylüyor ama istediği politikaları da yaptırabildiği kadar Erdoğan’a dayatma eğiliminde.
Bu anlamda AK Parti ile tam bir koalisyon ortağı gibi hareket ediyor zinde güçler. Bana göre ise bunun adı tipik bürokratik vesayetçiliktir.
Fakat bu noktada çoğu gazetecinin ve akademisyenin yaptığı teşhis yanlışına düşülmemeli.
Bu “zinde güçler” asla MHP ya da ülkücüler demek değil. Böyle bir politik analiz çok hatalı olur.
MHP ile AK Parti, Cumhur İttifakı adı verilen organizasyonda şeffaf biçimde iki siyasi ortak konumunda. Hükümet koalisyonu değil, bir politik ittifak bu.
Bu ittifakı beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz ama ne olduğu açık ve saydam olan bir politik birliktelik var karşımızda.
Devlet içindeki mevcut koalisyon ise açık bir yapı olan AK Parti ile sigara dumanı gibi tarifi ve tespiti zor bir olgu olan “iyi saatte olsunlar” arasında.
Elbette bu yapının bir kısmı yeri geliyor MHP ya da ülkücü kimliğini arkasına almaya çalışıyor. MHP ile organik bağı varmış gibi gösterme gayretine giriyor.
Fakat MHP içinde bu durumdan bir rahatsızlık da olduğunu gözlemliyorum.
Geçtiğimiz bayram vesilesiyle konuştuğum MHP’nin etkili konumda ve Sayın Bahçeli’ye yakınlığı ile bilinen bir isminin tam da bu mevzuda bana söylediklerini aynen bu köşeye alıyorum:
“Nagehan Hanım biz çok tecrübeli bir siyasi hareketiz. 80 öncesi ülkücü subay ya da istihbaratçı, ülkücü polis ya da savcı-hakim gibi görünenlerin 80 sonrası biz gerçek ülkücülere nasıl zulmettiklerini ya da en azından yapılan zulme sessiz kaldıklarını da biliriz. Bize o ağır işkencelerin bir kısmını 80 öncesi yanımızda görünen devlet görevlileri yapmıştır. Aynı şeyi biz 1996’da Susurluk kazası sonrası da yaşadık. Devlet içinde olan her çeteleşme yine ülkücü harekete fatura edilmeye çalışıldı ve birileri ellerini temizleyip işin içinden çıkmak istediler. O dönem merhum Türkeş’in sivil tavrı siz aydın kesim tarafından yeterince adil değerlendirilmemiştir. Başbuğ Türkeş malum cenazeye bile özellikle gitmemiştir. Sonrasında Sayın Genel Başkanımız Devlet Bahçeli de bu sivil tavrı devam ettirdi ve MHP olarak biz asla gizli kapaklı işlerin içinde olmadık. Olmaya kalkanlar partimizden hemen ihraç edilmiştir. Ülkücü hareket sivil ve siyasi bir harekettir. Devlet içinde organik uzantısı yoktur. Kaldı ki şu an savunma bürokrasisinde bazı kritik konumlardaki kimi kişiler bize çok uzak, ancak Perinçek’e yakın bir dünya görüşüne sahipler. Bize göre siyasi ideolojisi ne olursa olsun devlet görevlileri seçilmiş otoriteye tabidir. Milli iradenin verdiği yetki ve mesuliyet seçilmiş siyasi iktidarındır”