Cemal Süreya'nın gözünden Sezai Karakoç
Ünlü şair ve düşünür Sezai Karakoç dün çok kalabalık bir cenaze namazı ile sevenleri tarafından mısralarında ismi geçen Şehzadebaşı Camii’nden uğurlandı. Yaşayan en büyük Türk şairlerinden biri belki birincisiydi.
Onun gidişi ile bu unvanı artık İsmet Özel’in tek başına taşıdığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Cemal Süreya ve Sezai KarakoçBen bu gün köşemi Cemal Süreya’nın meşhur Sezai Karakoç denemesine ayırıyorum. İkisi aynı zamanda Ankara Siyasal’dan sınıf arkadaşıydılar…
"Sezai Karakoç
Bulgucu adam. Belki de ülkemizdeki tek bulgucu. Çok daha yetenekli bir Mehmet Akif’in tinsel görüntüsüyle adamakıllı dürüst bir Necip Fazıl’ınkini iç içe geçirin, yaklaşık bir Sezai Karakoç fotoğrafı elde edebilirsiniz.
Türkiye’de, özellikle sağın, özellikle de mukaddesatçı kesimin içinde yalnız. Bir başına. Hiçbir ortaklığa girmez. Dışarıda ve yukarıdadır. Düşüncesini de, öfkesini de hemen ortaya koyar. Ama yalnız olması yalnız kalma anlamında değil, diyorum. Yapısı öyle.
Karakoç ve Şevket Eygi Ankara’dan geldiler. Bundan mı acaba? Aydınlar Ocağı tipiyle aralarında en küçük benzerlik yok ikisinin de. Özellikle Karakoç, bence, yaşama konumu olarak da tek ve benzersiz bir kişi. Tek ama, 1960’tan bu yana mukaddesatçı kesimde boy gösteren sanatçı ve yazarları en çok o etkilemiş. İsmet Özel bile yeni yöneliminde ilk onu aramıştı. Özdenören kardeşler Anadolu’ya Kafka yaratıkları salarken ondan ışık almışlardı. Cahit Zarifoğlu’nun büyük inanç içindeki küçük inançsızlıklarını Karakoç’tan sapma olarak düşünebiliriz.
Aydınlar Ocağı tipi için inanç, kılık kıyafet gibi, rahatlığa ulaşmış tavır gibi, hemşerilik gibi bir şey. Marmara Kıraathanesi’ndeki şakaları, dedikoduları da içerir. Bu tipin en belirgin örneği rahmetli Fethi Germuhluoğlu idi. Aynı tip Mehmet Çavuşoğlu’nda sevinçli bir yüzeysellik, Mehmet Genç’te doğrudan düşünceye açılmak isteyen bir derinlik kazanır.
Karakoç ise bir yerde inancının çılgını. Onunla delici bir ideolojiye ulaşmak ister. Bunun için her şeyi bilmesi gerektiği kanısındadır. İnancı hem silahı hem çocuğudur. Düşüncesini iyice soyut bölgelere götürür. Mantığını yitirir, bir başka mantık bulur. Sözgelimi, İstanbul başkent kalsaydı Türkiye’nin durumu daha iyi olurdu, diyebilir. Ayasofya’nın cami olarak açılmasıyla bir kurtuluş olasılığının belireceğini bile sezdirebilir.
Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde birinci sınıf öğrencisiyken kendisine asistanlık önerilmiş ama kabul etmemiştir. Kendisi için gazetede üstüste başyazı yazan Prof. Osman Turan’ın yüzüne bakmamıştır.
Diriliş Yayınevi de sahibine benziyor. Yalnız Karakoç’un kitapları basılır bu yayınevinde.
Dışarıya karşı bağnaz değil. Her şeyi tartışabilirsiniz.
Kimseyi küçük düşürmez. Ama bazı kişileri büyük düşürdüğü olmuştur.
En ilkelle en modern arasında durur.
1950’li yıllarda bir hilesini yakalamıştım: Necip Fazıl kendisinden borç ister, o da her seferinde cebindeki parayı son kuruşuna kadar verirdi. Sonunda kendisi aç kalırdı. Buna bir çare düşündü. Marmara Kıraathanesi’ne giderken, özellikle de ay başlarında yanında daha az para taşıyordu. Az dedim ya, o kadar da az değil. Maaşının yarısı kadar. Sanırım, Karakoç’un hayatındaki tek oyun budur. Başka bir yerde de yazmıştım, üniversite yıllarında burslarını kırdırıp üstada verirdi.
Maliye Müfettiş Yardımcısı ve Gelirler Kontrolörü olarak Türkiye’yi dolandı. Bakarsın Arapkir’de, bakarsın Karaköse’de.
Zaman zaman kaybeder ama rövanşı mutlaka alır.
Sultanahmet Camii’nin külliyesinde dergi çıkardı.
Öyle bir Müslüman ki Marx da bilir, Nietzsche de bilir, Rimbaud da bilir. Salvador Dali de sever. Nazım da okur.
Sıkışmış, sıkıştırılmış deha. Alçakgönüllülükle katı yüksek uçuyor.
Şemsiyesi yok.”
Cemal Süreya, 11 Aralık 1988