Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Şoförümüz Sohrab sabah randevulaştığımız saatte kaldığımız otele girer girmez heyecanla atıldı: “Abla, amcamın köyü var, Kabil’e 1.5 saat mesafe, görmek ister misin?”

        O günkü ilk randevumuz öğlendi, 3-4 saat vaktimiz vardı ve tabii ki memnuniyetle bu teklifi kabul ettik.

        Geçtiğimiz sene geldiğimizde de bu sene de Kabil’in dışına çıkma şansımız olmamıştı. Zaten bırakın şehir dışına çıkmayı şehrin içinde gezmek yeterince zor. Feci bir trafik var, şerit diye bir kavram yok ve caddelerde yayalar ve araçlar aynı anda ve aynı yerde hareket ediyor. Bunun üzerine bir de kontrol noktaları ile sık sık kesilen yolları hayal edin…

        Zaten Taliban öncesi şehir dışına çıkmak imkansızmış, bunu herkes söylüyor. Eski rejim sadece -o da kısmen- şehirlerin kontrolünü sağlayabiliyormuş, şehir dışları tamamen Taliban kontrolündeymiş ve Taliban saldırı, rehin alma, yol kesme gibi her türlü terörü uyguluyormuş. Şimdi artık Taliban iktidar. O nedenle kontrol çok daha iyi. DAEŞ saldırıyor ama eski rejim dönemindeki Taliban’ın gücüne kıyasla gücü çok kısıtlı…

        Sohrab ve rehberimiz Bahadır ile birlikte sabah erken saatlerde köye doğru yola koyulduk. Yola koyulduk diyorum ama Afganistan’da asfalt yol yok denecek kadar az. Kabil’den çıkar çıkmaz hızımız saatte 30-40 km’ye düştü, engebeli ve yer yer toprak yollardan kıvrıla kıvrıla ilerleyerek 2 saat gittik.

        REKLAM

        Özgür (Balaban) hareket halindeyken görüntü almaya çalışıyor ama sarsıntıdan ne mümkün!

        En sonunda Sohrab “işte burası” diyerek karşıda birkaç evi işaret etti. Ancak belki 200 metre öteye ulaşmamız 15 dakikamızı aldı zira tamamen ters noktadan ve ilerlemesi imkansıza yakın bir patika yola girmemiz gerekti.

        Köyün çocukları
        Köyün çocukları

        Köye geldiğimizde ev diye yan yana dizilmiş odalar, kurak bir arazi ve toprak yolda oynayan çocuklar çıktı karşımıza. Hepsi bir anda etrafımızı çevirdiler. Birazdan evin hanımı geldi. Hararetle bir şeyler anlatıyor, çocukları gösteriyor, göğsüne vuruyor, kafasını sallıyor…

        Onu dinlerken bir yandan pür dikkat bana bakan onlarca pırıl pırıl göz dikkatimi çekti. Üstü başı yırtık, pırtık, ayakları ya çıplak ya lastik eski püskü terlikli en az 15 çocuk… Ama öyle ışıl ışıl, öyle tertemiz bakıyorlar ki…

        Bir kısmı çocuğu bir kısmı torunuymuş konuşan kadının. “Hangileri çocuğun” dedim, rehberimiz “Hemen gösteremez karıştırıyor” dedi.

        Hepsi gürül gürül öksüren 10 çocuk, 6 torun ve belki 60 gösteren 40 yaşında bir kadın…

        Kocasının nerede olduğunu merak ettik, bu içler acısı tablo daha da vahim bir hikayeye evrildi. Kocası geçtiğimiz ay cinnet getirip silahla çocuklarının üzerine rastgele ateş açmış, bir erkek çocuk ölmüş, biri ise evin içinde hala yaralı yatıyor… Adam hapiste.

        Evin içine girdik, ev derken perde ile kapatılan kerpiç bir oda, sıra sıra döşekleri katlayıp koymuşlar ve yer babanın silahının paramparça ettiği cam kırıklarından geçilmiyor. O cam kırıklarının üzerinde henüz 1 yaşındaki dünyalar güzeli Hatice sürmeli gözleriyle etrafa bakınarak oynuyor!

        Hatice...
        Hatice...

        Bir süre sonra köyün gençleri geldi. Birini gururla karşımıza çıkardılar. Geçen hafta tek bir gün Kabil’de çalışmış, bunu büyük bir başarı olarak anlatıyorlar.

        REKLAM

        Şöyle dedi o genç: “Bir gün çalışınca beş gün aileme bakabiliyorum”. Peki ya çalışmazsa? “Un var, su var ekmeğimizi yapıyoruz…” (Bu arada bir günde sadece 4 dolar kazandığı notunu düşeyim…)

        İşte o un ve su ile bize de tandır ekmeği hazırladıklarını söyledi evin hanımı. Ne varsa hatta yoksa paylaşmak için bekliyorlarmış.

        O an Kabil’de geçen yıl Raşid Dostum’un Taliban tarafından işgal edilen evinde gördüğüm ihtişamı, Ekber Han’da anlatıla anlatıla bitirilemeyen ev partilerini, ABD’nin Afganistan’a akıttığı milyonlarca doları düşündüm…

        Un ve su dışında hiçbir şeyi olmayan milyonların ülkesi Afganistan..

        Kasalardan milyon dolarlar fışkıranların ülkesi…

        Dronelarla yok edilen ve bunun için "Yanlışlık oldu, özür dileriz" denilerek geçilenlerin…

        İşini polise, askere paralar saçarak halledenlerin…

        Mezar taşında isim yazmayanların ülkesi…
        Mezar taşında isim yazmayanların ülkesi…

        Günlüklerinde Eyfel Kulesi’ni görüp, pizza yiyip en sevdiği yazar olan Elif Şafak’la tanışma hayalleri kurarken canlı bomba ile paramparça olan kız öğrencilerin…

        Mezar taşlarında ismi yazılmayanların ülkesi Afganistan…

        Köyden çıkmadan çocuklara getirdiğimiz kurabiye ve bisküvi kutusunu usulca köşeye bıraktık. O ana kadar etrafımıza toplanıp bizim evlerinde misafir olmamız konusunda ısrarcı olan köylüler kutuyu gördüler ve hızla yanımızdan uzaklaştılar.

        Hayat durdu…

        O an, o köyde her şey sadece o bisküvi kutusu oldu.

        İçinde kurabiye ve bisküvi dışında bir şey olmayan küçük kutu o köyün hayatı oldu…

        Mahcubiyet, isyan, suçluluk…

        Afganistan’a yolu düşen herkesin en yoğun yaşadığı duygular bunlar olsa gerek.

        En azından benim öyle…

        İşte bu duygularla köyden çıkarken rehberimiz Sohrab şöyle diyordu:

        “Abla, Afganistan’da çoğunlukla ölünür ama bazen de yaşanır. Ne mutlu ki biz şimdi yaşayanları ardımızda bıraktık…”

        Diğer Yazılar