Erkek kadından korkmadığı sürece...
Bir zamanlar, önüne gelen kadını döven, dövmekle kalmayıp daha ileri de giden bir İbrahim Tatlıses vardı. Dövdüğü yanına kâr kalırdı. Kadına şiddetin sembolü haline gelmesi hiçbir yerde kendisine engel olmazdı. Her şiddet vakasının üzeri kapatılır, türkücü beyefendinin televizyonlarda yaptığı programların reytingi düşmez, ne bir kınama ne bir protesto icra edilir, adam gönüllere kurduğu tahtı pekiştire pekiştire milyonlarına milyon katmaya devam ederdi. Çünkü "Halk onu çok seviyor"du. Hatta kadınlar da çok seviyordu. Öyledir zaten. Kadın döven her erkeğin arkasında, o erkeği alkışlayan bir kadın grubu vardır.
O günlerden bugünlere sahiden mesafe kat edildiğinin anlaşılması için Ahmet Kural-Sıla örneğine bakmak yeterli.
Görünen o ki, Ahmet Kural’ın uyguladığı şiddet bir zamanların İbrahim Tatlıses’inki gibi değil; "öldüresiye dövmek" diye nitelendirilebilecek bir şiddet söz konusu değil; Sıla’nın ağzını burnunu dağıtmadı örneğin; sonrasında özür de diledi. Ama bakın artık bunlar kurtarmıyor. Hatta arkadaşı; Ahmet Kural’ı koruyacağım diye "Seven erkek kadınına el kaldırır" gibi saçmalıklar yumurtlayan Tuğba Ekinci gibileri, marjinalize oluyor. Çünkü "Erkek dediğin bazen sert yapar arkadaşşşş" türü mafyöz uvertür çıkışlar artık bayat, bıkkınlık verici ve banal.
Çünkü Sıla gibi, şiddeti saklamayıp, konuyu yargıya taşıyan kadınlar artıyor.
Çünkü sadece Ekim ayında 34 kadın erkek şiddeti yüzünden öldü ve kalpler bu ölümlere dayanmıyor artık.
Kadın döven erkek, karizma yapamıyor artık, düpedüz rezil oluyor, kamuoyundan özür dilemek zorunda kalıyor ve bu iyi bir şey.
Dövüldüğü zaman bunu utanç vesilesi olarak görmeyen ve "Ne yani düşmanlarımı mı sevindireyim?" tuzağına düşmeyen, şiddeti raporlayan ve yetkili makamlara şikayetçi olan kadınlar artıyor ve bu da iyi bir şey.
Kadın hareketinin gelinen noktada etkisi var.
Zehra Zümrüt Selçuk gibi, şiddet görenin kimliğine, muhalif mi yandaş mı olduğuna bakmayan; mağduru arayıp halini soran ve çözüm üretmeye çalışan kadın siyasetçilerin etkisi var.
Ancak en büyük payı 2012 tarihli 6284 sayılı "Ailenin korunması ve kadına karşı şiddetin önlenmesine dair kanun"a vermeli.
Kanun o kadar tesirli uygulamalar getirdi ki, Ak Parti’ye oy veren tabanda kuvvetli olan bazı kadın karşıtı kanaat önderleri, kalem sahipleri ya da sosyal medya profilleri o gün bugündür "Aile yok oluyor" diye kazan kaynatıyor.
“GÜN GELECEK…”
Bakarsan teoride kadına karşı şiddete karşılar, ama kadına bu kadar hak tanınmasının aileyi bitireceğinden, çalışan kadının ahlaksızlığı arttıracağından, dahası tüm bunların dinimize de ters olduğundan dem vurup duruyorlar. Kadınların okutulmasına, meslek sahibi olmasına daha doğrusu her insanın sahip olduğu haklara sahip olmasına karşı söylem geliştirip etki altına aldıkları kitleleri harekete geçirmede o kadar ileri gitmişlerdi ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kelimenin tam anlamıyla "tepesi attı" ve 8 Mart 2018’de Külliye'deki toplantıda o meşhur çıkışı yapmak zorunda kaldı. “Yani bunlar ya bu asırda yaşamıyorlar, çok farklı bir dünyada, farklı bir asırda, zamanda yaşıyorlar; (…) siz İslam’ı 14 asır, 15 asır öncesi hükümleriyle kalkıp da bugün uygulayamazsınız, böyle bir şey yok. Onun için de bugün İslam’ın uygulanması, yer, zaman, koşullar, her şeyiyle değişiyor. İslam’ın güzelliği burada zaten, önemi burada” diyerek şimşekleri üzerine çekti ama aynı zamanda, zımni ittifakla zaten oluşmuş olan bir normu daha da kuvvetlendirdi ve bir tartışmayı kapatmış oldu.
Nedir kapanan?
Şöyle anlatayım: Peygamber Muhammed (SAV) daha 7. YY'da şöyle buyurmuştu: “Gün gelecek Hîre'den Hadramût’a kadar bir kadın, tek başına yolculuk yapacak ve vahşi hayvanlardan başka hiçbir şeyden korkmayacak”. Kadının özgürlüğü, alanı, hakları için dini kaynaklardan fetva çıkaracak olanların önce devrim niteliğinde olan bu peygamber sözüne (hadis-i şerifine) layık olduklarını kanıtlamaları gerekir. Zira görüldüğü gibi peygamberin ütopyası, kadınların erkeklerin irad ettiği saldırıların korkusu ve baskısı olmadan özgürce seyahat edebildikleri bir dünyadır. Vicdanlarda kabul gören budur.
MODERN İKİ YÜZLÜLÜK
Mesafe alındı alınmasına. Ancak toplumun kadına karşı şiddete daha duyarlı hale gelmesi şiddet sorununu bitirmedi. Anadolu’da kadın, ünlülerin çalkantılı aşk dayaklarından çok daha beteriyle sınanıyor: Çorbanın tuzu eksik diye, aldatan eşini eleştirdi diye, boşanmak istedi diye dayak yiyor. Üniversite mezunu, üniversite öğretim görevlisi kadınlar da şiddet görüyor, ama toplumsal konumları nedeniyle açıklayamıyorlar.
Kadınlar öldürülüyor, öldürenler mahkeme salonunda kravat takıp boyun bükerek hakimden indirim kapıyor. Kadın yargıçların sayısının neden artması gerektiğini gösteren devasa boyutta bir "haksız tahrik indirimi", "iyi hal indirimi" sorunsalı var.
Bunlar bilinen ve çokça bahsi geçen şeyler.
Bir de o kadar göz önünde olmayan iki yüzlülükler var.
Erkek şiddetinin bir haz kaynağı olarak yeniden üretimi ve bu üretimlerin "erkek yalakası" modern kadınlar tarafından da çoğaltılması gibi bir gerçek var.
Kadına karşı şiddetin önlenmesi için tedbir üzerine tedbir alan modern liberal toplumlar aynı zamanda o kadar sahtekar ki, "grinin elli tonu" yetmedi "siyahın" o da yetmedi "özgürlüğün" elli, yüz tonunu hem kitabevlerinde hem sinemalarda iştahla tüketmekten geri durmuyor.
Şiddetsiz ilişki yaşayamayan beyaz yakalı, zengin, yakışıklı bir adamın sadizminin, bakire bir genç kızın adama duyduğu saf aşkla ehlileştirilmesi gibi mide bulandırıcı bir tema, "kadına şiddet" deyince yumruk sıkan kitleler tarafından "romantik" bulundu, serisi yapıldı ve yıllar yılı sakız gibi çiğneniyor misal.
Gel de kusma!
Zira bu tema, ailesinde şiddet görmemiş, orta sınıf eğitimli genç kadınları bile, "sert", "dayakçı" erkeklere yönlendiren; ancak o tip erkeklerle tatmin edici bir ilişki yaşanabileceği, o vahşiyi ehlileştirirsen tadından yenmeyeceği gibi yanılsamalara sevk ediyor. Karanlık güdüleri kutsama ayininden başka bir şey değil.
Kadınları, iyi erkekleri ıskalamaya; pespaye adamları ise çözerek, "ehlileştirerek" fethetme sevdasına sürükleyen -gerçek hayatta sonu sakatlanmak ya da ölmekle sonuçlanacak maceralara teşvik eden- "anlatı", kadınların kadınlara yaptığı propagandanın eseri. Yanıltıcı, kadının "kurban" rolünü benimseyerek "avcı"ya sevmeyi öğretmekten bahseden yanıyla küçültücü, ama alması gereken tepkiyi hiç almadı. Kadının kendi bedenini ve arzularını keşfi gibi zırva parantezler arasında korundu, serinin ikincisi üçüncüsü yazıldı, sinemalarımızda gösterildi; her sınıftan her dünya görüşünden genç kız bu utanç verici sado-romantizm hikayesini izlemeye gitti.
Oysa tereyağı üzerinde parlayan siyah bir kıl kadar berrak olan bir gerçek var: Genç kadınlar E.L James gibilerinin aklına uyup, "dayakçı ve sert görünümünün altında uysal bir kelebek yatan" tehlikeli erkekleri, kadınlara insan onuruna yaraşır şekilde davranan erkeklere tercih ettiği sürece her zaman tehlikede olacaklar.
Çünkü bir başkasının vücut bütünlüğü üzerinde dilediğini yapabilme kudretine sahip olduğu kibriyle davranan şiddete meyyal erkekleri "korkutan" örgütlü bir kadın gücü yok. Ama bu tür erkeklerin peşinden giden "avanak" kadın çok.
Oysa öfkelendiğinde ne yaptığını bilmeyen değil, ne yaptığını bilemeyecek olmasıyla övünen, kendi benlik algısını hatta ereksiyonunu söz konusu öngörülemez "avcı", "cezalandırıcı" kimlikleri üzerine kuran erkeklerin neyi hak ettiğini en iyi anlatan yine bir erkekti: Quentin Tarantino.
Efsanevi serisi "Kill Bill" ne hakkındaydı sanıyorsunuz? Kiralık katillerin acımasız dünyası üzerine mi? Hayır. Ölümüne şiddet gören, kurşun yiyen ve altı yıl komada kaldıktan sonra dirilen bir kadının kinine sahip çıkması, intikamını alması üzerineydi.
Çünkü bir "erkek" olarak Tarantino, kadına şiddet uygulayan erkeğin hangi dilden anlayacağını gayet iyi biliyor.
Kadınlardan korkmadıkları sürece, yapmaya devam edeceklerini.
Tarantino’nun kılıcını, Hz Ali’nin sözüne bağlayıp temenni ile bitirelim.
Ne diyordu, Ali?
“Zulüm kılıcını çeken, aynı kılıçla öldürülür.”