Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Sosyal medyada linç ve hedef gösterme eğilimi son üç dört yıldır ivme kazanan bir durum. Giderek sistematik hale geliyor ve hatta sözü beğenilmeyen adamların/kadınların mümkünse hiç konuşmamasını garanti alma amacıyla "devlete" şikayet edilmeleri şekline bürünüyor.

        Konu din olduğunda, konuşan ilahiyatçı olduğunda ve dini anlamaya çalışırken ana akım/"gelenekselci" çizginin dışında misal "tarihselci" ekole yakın duran biri konuştuğunda iş daha çirkin bir hale geliyor.

        Bunun son örneği ilahiyatçı/akademisyen Mustafa Öztürk’ün geçmişte yaptığı bir konuşma dolayısıyla yaşandı.

        Sosyal medya ellerinde meşalelerle meydanları doldurup handiyse "Kelle isterük" diyen çığıran simalarla doldu. Pek çoğu Öztürk’ü dinden çıkmış sayıyor, kimi Diyanet İşleri’ne şikayet ediyor, kimi "Bu adam şu üniversitenin şu fakültesinde çalışıyor, düşünebiliyor musunuz?!” diyerek tehlikenin farkında olup olmadığımızı sorguluyordu.

        Mustafa Öztürk bu kadar tehlikeli, anlaşılmaz ve zararlı ne yapmıştı dersiniz?

        “1400 yıllık İslam yalanı, Allah yok, kesin bilgi” diye tivit mi atmıştı?

        Peygamberimizin annesine ya da eşlerinden birine mi küfretmişti?

        Kasaba vaizi kılıklı adamların sıkça yaptığı gibi kadın haklarını, kadınların okumasını ve çalışmasını parmağına dolamış ve kadınlara karşı kin ve öfkeyi tahrik edip açıkça nefret suçu mu işlemişti?

        "İki kürek kemiğim arasında ben var, demek ki Mehdi’yim" filan mı demişti?

        Türkiye’nin yakın tarihinde sıkça rastladığımız cumhuriyet aydını kasıntısı bazı ilahiyatçıları taklit edip "Namaza gerek yok, kadınlar tesettüre girmesin, kalbiniz temiz olsun, yeter" türü adrese teslim hadsizliklere mi soyunmuştu?

        Yoksa "Yanmaz kefen" satmaya mı kalkmıştı?

        Hayır. Hiçbiri değil.

        Birkaç yıl önce düzenlenen bir sempozyumdaki müzakerelerde Kur’an’ın Allah kelamı olduğunu, ancak vahyin nüzul keyfiyeti konusunda ana akım müfessirlerinin kabul ettiği görüşe katılmadığını ifade eden, daha tartışmalı olan ikinci görüşü kabul ettiğini açıklayan bir akademik bir görüş serdetmişti.

        Sözlü olarak cereyan eden bu görüşler deşifre edilip yazıya dökülüp yayımlanmış, her zaman olduğu gibi söz-yazı arasındaki fark anlam kayıplarına yol açmıştı. Birileri de bu farkın üzerine mal bulmuş mağribi gibi atlayıp, "caps"leyip sosyal medyaya "operasyon" malzemesi sağladılar.

        NE SEMPOZYUM YENİ NE DE BAHSE KONU OLAN TARTIŞMA…

        Bahse konu olan "görüş" özetle şöyle bir şey. Mustafa Öztürk’ün, bir kısım kitlenin tekfir keyfine cevaben ama aslında meseleye açıklık getirmek için kaleme aldığı yazıdan alıntıyla aktarıyorum:

        “Kur’an’ın Allah kelamı olduğu İslam dairesi içinde tartışmaya açık bir konu değildir. Kur’an elbette ilâhî bir vahiydir. Ancak vahyin nüzul-inzal keyfiyeti ve Hz. Peygamber’e intikal şekli öteden beri tartışılan bir meseledir. Geçmişte ve günümüzde hakim kabul gören ilk görüş Kur’an vahyinin hem lafız hem mana olarak inzal edildiği (indirildiği) yönündendir. Bizim tercih ettiğimiz ikinci görüş ise Zerkeşi ve Süyuti gibi Sünni alimler tarafından ikinci sırada nakledilir. Buna göre Cebrail Kur’an vahyini özellikle salt manalar (mefhumlar) olarak indirmiş; Rasûlullah bu manaları bellemiş ve Arap dilinin ifade kalıplarına kendisi döküvermiştir. Bakara 2/97 ve Şuarâ 26/194. ayetlerde Kur’an’ın inzal edildiği mahal, Hz. Peygamber’in kalbi/idraki diye belirtilmiş; fakat vahyin lafzen mi yoksa manen mi nazil olduğu tasrih edilmemiştir. Bu bağlamda, Kur’an vahyinin mana/mefhum olarak inzal edildiği yönündeki görüşü benimsediğimizi bir kez daha belirtmeliyiz.”

        Kayda geçirelim:

        Bahse konu olan sempozyum yeni değildi.

        Bahse konu olan tartışma hicri 3. ve 4. yüzyıllarda bile yapılabilmiş bir tartışmaydı.

        Bahse konu olan tartışma sadece İslam’a özgü değildi.

        Kur’an Arapça olarak mı vahyedildi? Kelime kelime mi vahyedildi, yoksa anlam olarak; mana olarak Resullullah’ın kalbine/idrakine mi ilham mı edildi? meselesi çok uzun zaman önce de tartışılmış, Sahabe ve Tabiin döneminde gayet ilerici yorumlara konu olmuştu.

        Dahası kitap sahibi bütün dinlerin hermenötikçileri bu meselelerle uğraştılar. Çünkü kutsalı olan bir ilahiyat araştırmacısı, kutsalının referansına bakmanın çok çeşitli yolları olduğunu düşünebilir ve bu yolları kullanarak çıkarabileceği her yeni perspektifin, anlamın peşine düşer. Meşgalesi budur. Siz küçük görebilirsiniz ama bu sayede müşriklerin "Bu kitapta hem böyle hem şöyle deniliyor, bu bir çelişki değil mi?" türü sözde eleştirileriyle baş etmek mümkün olabilmektedir.

        FİKİR BEYAN ETME HAKKI? AKADEMİK TARTIŞMA ÖZGÜRLÜĞÜ?

        Ancak görünen o ki bu husus, sadece "iç kamuoyu" üzerindeki güçlerini temerküz ettirmekle ilgilenen çevrelerin ya da din ile ilgili son sözü söyleme tekelini sürdürmekle memur olanların umrunda değil.

        Onlar bu türden bir perspektif ve yorum zenginliğini rahatsız edici buluyorlar.

        Olabilir, "Din budur ve böyle anlaşılır, başka türlü anlaşılmaz, eski köye yeni adet getirmeyin" diye düşünebilirsiniz.

        Rahatsızlığınızı efendi gibi ortaya koyduğunuz müddetçe iletişim araçlarını kullanarak deklare etme hakkınız da pek tabii mevcut.

        Ancak Öztürk’e ve benzerlerine karşı yapılan sosyal medya saldırıları, misal Öztürk’ü çalıştığı fakülteye ve dahi Diyanet İşleri’ne şikayet etmeye kadar varıyor ve nitekim Diyanet İşleri "isim vermeden" ama Mustafa Öztürk’ü hedef aldığı gayet net olan bir açıklama yapmak zorunda kalıyor ise oturup kara kara düşünmeyi gerektiren yeni ve tedirgin edici bir durum var demektir.

        SKANDALDIR

        Çünkü bütün ilmi mesaisini Kur’an’a vermiş insanlara, "fikir beyan etme" hakkını çok gören bir iklim, akademik tartışma özgürlüğünü yok eder.

        Burada "içerik" tâli bir mesele, asli olan; akademik tartışma özgürlüğünün, fikir beyan etme hakkının, entelektüel merakın, araştırma şevkinin "devlet bir şey yapsın da sussun zındıklar" kafasının insafına terkedilmesi meselesidir. Bu bir sorundur çünkü, durum böyleyse eğer, hakların ve özgürlüklerin kapağı keyfi olarak; birileri için açık, başka birileri için kapalı olacak demektir.

        “Kur’an ile ilgili istediğin çalışmayı yapabilir, istediğini söyleyebilirsin, ama mümkünse bunu evinde yap" noktasına gidiyorsak eğer, ümmeti müslimin kendisine şunu da sormalı: “Bunun 28 Şubat’ta başörtülülere söylenen ‘Türkiye cumhuriyeti inançlara saygılıdır, herkes dilediği gibi ibadet edebilir, başlarını da evlerinde örtebilirler’ zihniyetinden ne farkı vardır?"

        VEBALDİR

        Görünen o ki, linç ahalisinin "insanların kalplerinin İslam’a ısınması", Allah’ın kelamına açık hale gelmesi, bu dinin önce gönülleri fethetmesi ile ilgili bir derdi de kalmamış…

        Evet size diyorum.

        Yaratıcı ile ve O'nun sözü ile ilgili detaylı sorulara cevap üretme isteğinizi kaybettiniz, çünkü zor, çünkü cevapladıkça yenisi geliyor… Yetersizliğinizi, bu çağın insanına hiçbir şey söyleyemiyor oluşunuzu "Amaan sen de, Allah isteseydi, kalbindeki mührü kaldırırdı, sana din mi beğendireceğim, başka kapıya hadi..." şeklinde bir dil, bir tavır, bir kibir ile perdelemeye çalışıyorsunuz.

        Dindarlık küçülsün, içe kapalı, sosyete kulübü gibi bir şey olsun da siz onun "upper class" müdavimleri mi olun istiyorsunuz acaba, pek anlaşılmıyor zira? Allah’ın teveccühü bir kutu dolusu inciymiş ve çok harcanırsa biter ve size hiçbir şey kalmazmış gibi bir kıskançlık içindesiniz sanki, tebliği filan da bıraktınız. Lisan- ı hâl ile örnek olmak da hak getire, ne isteğiniz ne motivasyonunuz var.

        Hiç değilse isteği, motivasyonu, ilmi, donanımı olana alan tanıyın.

        Kendinizin yapamadığını başkaları da yapmasın diye azmetmeyin.

        ÖNGÖRÜSÜZLÜKTÜR

        İşin daha vahimi, Kur’an’ın ve genel olarak dinin mesajını/anlamını fakirleştirmeyi salık veren, yorumunun kapsamını daraltan her türden dayatma, yarının Türkiye’sinde "dinde reform!" taleplerinin çoğalmasına ve işin kötüsü toplumda da makes bulmasına neden olur. Birileri işleri "Kur’an yeniden yazılsın, gereksiz ayetler atılsın" noktasına getirir ve hafazanallah diğer bazılarının da aklına yatar. Asıl felaket o zaman olur.

        Ana akım Kur’an tefsirlerinin ve meallerinin yerinden yeller esmesini, aradığınız tradisyonel-gelenekçi anlayışın "azınlık" durumuna düşmesini hazmedebilecekseniz, buyrun, yapın. Değilse eğer, küçültücü, akıl ve ahlak dışı, gayri insani, gayri tabii olmadığı sürece ilmi bir çalışmadan süzülmüş hiçbir fikri, bakış açısını boğmaya çalışmayın.

        Bırakın da, elimizdeki Kur’an’a, Allah’ın kelamına ve muradına, kim nereden tutunmak istiyorsa oradan tutunsun.

        Diğer Yazılar