Abuzer Kadayıf rezervi
Devlet Bahçeli, Metin Akpınar’ı Uğur Dündar’ın Halk Arenası programında yaptığı konuşmadan dolayı hatalı buldu ve özür dilemeye davet etti. Aynı zamanda Abuzer Kadayıf filmini pek beğenmiş olduğunu belli eden bir yaklaşımla, iktidarı böyle filmler çekmiş, değer üretmiş bir sanatçıyı harcamamak gerektiği yolunda uyardı.
Devlet Bahçeli’nin düşünce, fikir ve ifade özgürlüğü açısından emsal teşkil edecek bir çizgisi olduğunu düşünmüyorum. 24 Haziran’ın ertesi günü 70 kişiyi hedef alan bir tutum içine girdiğini biliyoruz; o sarkazmla dolup taşan “teşekkür listesi” hâlâ aklımızda. Ancak bu konuda, devlet ile bu ülkenin kültür hayatına emek vermiş bir insan arasında “orta”yı, normali bulma arayışını takdire şayan bulduğumu belirtmeliyim. Metin Akpınar’ın hatalı ve talihsiz bir konuşma yaptığını kabul etmekle beraber, mensup olduğu devletçi geleneğin içinden devlete dönüp bir şey hatırlatmayı seçti: Metin Akpınar bu ülkenin bir değeridir. Hata yaptığında da bu değişmez.
İÇ SAVAŞLA KORKUTMAK RUTİNE BİNERSE…
Ben de Akpınar’ın konuşmasının çirkin yanları olduğunu kabul edenlerdenim.
“Bak sonun ayaklarından asılmak olur, mahzenlerde boğulmak olur; bu da hepimiz için felaket olur” anlamına gelen sözler ne kadar kibar söylenirse söylensin, samimi bir endişeden neşet etmiyorsa eğer rahatlıkla “darbe yahut iç savaş tehdidi” ile karıştırılabilir. Hele hele “Atatürk dışında yüzünü Avrasya’ya, Rusya’ya dönen kim varsa başına bir şeyler geldi. Demirel öyle, Menderes öyle, bakalım şimdi darısı kimin başına…” derken serdettiği kıkırdamalı beden diline iliştirilerek geldiğinde…
Daha 2016 yılında darbe girişimi ve suikast tehlikesiyle karşılaşmış bir Cumhurbaşkanı’nın bu sözlerden ne mana çıkaracağı bellidir.
Yaşı seksene dayanmış bir tiyatro oyuncusu olarak Akpınar’ın ve oradaki hazirunun “iç savaş” ile ya da “darbe” ile tehdit edecek bir konumu, durumu var mıdır peki? Silahlı değillerdir, asker değillerdir, yaşları yüksektir ve bir sokak hareketi planlayacak olsalar polise molotof kokteyli atmayı başaramadan bertaraf edilmeleri mukadderdir. Dahası öyle bir niyet için yapılmış bir toplantı söz konusu değil. Muhalefetin birbirini ağırladığı, gaz aldıkları kurtlarını döktükleri bir politik kabaredir söz konusu olan.
Tehdit değil, gayri samimi bir uyarı var. O sözde uyarı da muhatabınızı “sonu kötü olmuş” liderlerle aynı kefeye koyduğunuzu göstermekte. Yani diktatörlerle.
Sözün özü, ne kadar kibar söylenirse söylensin, ortada haddi aşan bir “eleştiri” var: Cumhurbaşkanı’na “Senin tuttuğun yolun diktatörlere has bir yol olduğunu düşünüyorum, bunun sonunu da iyi görmüyorum” demiş oluyorsunuz.
Normal şartlarda bu tutum bile ifade özgürlüğünün sınırları içinde kalabilirdi.
Ama son beş yılda sarsıntı üzerine sarsıntı yaşamız, FETÖ’sünden PKK’sına pek çok asimetrik saldırı ve en son darbe girişimine maruz kalmış bir ülkede devlet, darbe ile iç savaş ile korkutma, uyarma işi rutine binerse bu söylemlerin kamuoyu imalatında etkili olacağını, aklı bu işlere yatabilecek kesimler üzerinde cesaretlendirici bir rol oynayacağını düşünerek mukabelede bulunur. Maalesef öyle de yaptı.
Evet, ortada haddi aşan bir itham var ama hiç kendimizi kandırmayalım. Bu Ömer Çelik’in iddia ettiği gibi bir “insanlık suçu” filan da değil. Buna “insanlık suçu” diyecek isek insanları kıtır kıtır kesen seri katillere, diktatör Esad’ın işlediği cinayetlere, DEAŞ’ın infazlarına falan ne diyeceğiz Allah aşkına? Ultra-mega-maximum insanlık suçu mu?
‘HADDİNİ BİL’ DEMEK SUÇ TEŞKİL ETMEZ, HELE YENİ SİSTEMDE HİÇ…
Kaldı ki, Müjdat Gezen’in söylediği “Haddini bil” ifadesinin neden “suç” muamelesi gördüğünü anlamak da mümkün değil.
Doğru, bir cumhurbaşkanına “Haddini bil” diye seslenmek, en basitinden kaba bir ifadedir.
Parlamenter sistemde olsaydık, siyasete mesafeli kalmayı vaat ederek göreve başlamış “cumhurbaşkanı”na böyle bir şekilde seslenmek fazlasıyla sorunlu bir tutum olurdu. La yü’sel, dokunulmazlıkları bol, tarafsız ve her siyasi partiye eşit mesafede duran bir makama bu ifade ile seslenmek vatanseverliğinizi milletperverliğinizi ciddi şekilde sınar ve sizi sınıfta bırakabilirdi.
O zaman derdik ki, bir dakika, tarafsız, her partiye ve her siyasi görüşe eşit mesafede kalma sözü veren ve sözünü de tutan, devleti ve milleti temsil etmek için orada duran ve hakem görevini üstlenmiş bir adama böyle terbiyesizlik yapıyorsan senin derdin başka.
Ama, bir dakika. Yeni sistemde cumhurbaşkanı aynı zamanda bir partinin genel başkanı.
Yani?
Yanisi şu: Cumhurbaşkanı artık yürütmenin başı… Cumhurbaşkanı artık bir “taraf”. Taraf olduğu için de “karşı taraf”ın tepkisinin yöneleceği en önemli adres. Haliyle öyle, çünkü yeni sisteme göre yetki bakımından en donanımlı olan o. Pek çok konuda son sözü söyleyen o.
Cumhurbaşkanı artık siyaset yapıyor, bir siyasi partinin politikalarını belirliyor, söylemlerinin taşıyıcılığını üstleniyor, polemiğe giriyor, rakip partiye karşı salvolar gerçekleştiriyor ve bunlar artık cumhurbaşkanının yasal olarak hakları arasında.
Söylediklerinin ve yaptıklarının sonuç doğuracağı da ortada.
Bu sonuçlar arasında etki yaptığı oranda tepki almak da var, taşın altına elini koyan terleyen cumhurbaşkanı olmanın yan tesiri bu.
O halde soru şu: Eski sistemde yürütmenin başı olduğu için başbakana söylenebilen, söylenmesi suç teşkil etmeyen ifadeler, yeni sistemde yürütmenin başı olan cumhurbaşkanına söylendiğinde neden suç sayılıyor?
Besin zincirinin en tepesinde olmanın, tam yetki sahibi olmanın bedeli, diğer partinin ya da taraftarlarının hatta bazen kendi partisinin taraftarlarının eleştirilerine maruz kalmak ve bunu tolere etmek olmayacaksa başka ne olacak?
Erdoğan’la kavgası ontolojik temellere dayanan, Erdoğan’ı “dindar” olduğu için hiç sevmemiş, halkın çoğunluğuna karşı azınlık bir elitin yanında saf tutmuş ünlüleri, şöhretleri bir an için bir kenara bırakalım.
Sorunun cevabı hayatının en az bir döneminde, takside, okulda kahvehanede şöyle okkalı bir eleştiri yapmak isteyecek her sıradan Türkiye vatandaşı için önem arz etmektedir sanırım. Hatta hem konuşup söylenip hem liderini bağrına basan AK Partililer için de önemlidir bu sorunun cevabı.