1881 kere maşallah
Yılmaz Özdil’in 1881 adet basılan, sabah 9’u 5 geçe satışı başlayan kitap üzerine söz söylemeyen kalmadı. Atatürk’ün atak kişiliğini temsil eden özel bir fontun kullanıldığı, kağıdı İsviçre’den gelen, iki buçuk kilo ağırlığında ve 2500 TL’ye satılan "Mustafa Kemal Atatürk" günlerdir tartışılıyor.
Kitap o kadar pahalıydı ki, Kırmızı Kedi yayınevi kitabı alamayacak durumda olan fakir ama adanmış Kemalistler için yayınevine camekanlı ve ışıklı bir türbe -pardon- stant oluşturmuş, insanların o kutsal kitaba hiç değilse bakabilmelerini sağlamıştı.
Sadece 1881 adet basılması, fırsatçılara da kapı araladı ama. Kitabı 2500 TL’ye alan bazı uyanıklar sahibinden.com gibi internet sitelerinde 25 bin gibi fiyatlarla satışa çıkarmaya kalktılar. İnanç borsasında hızla değerlenen bir hisse senedine dönüştü "Mustafa Kemal Atatürk" ve bu durum, samimi Atatürkçüleri de doğal olarak rahatsız etti. Kendilerini, mahallenin softalarına "durun, bu yaptığınız şarlatanlık" diyen samimi dindarlarla aynı yerde buldular: "Durun bunda bir terslik var, bu düpedüz istismar."
Hatta bir üniversite öğrencisi cep harçlıklarıyla Nutuk alıp ücretsiz dağıtma protestosu gerçekleştirdi. Kırmızı Kedi Yayınevi sahibi Haluk Hepkon kendilerini eleştirenleri "aklınız fikriniz parada" gibi sözlerle itham etti. Neden sonra anlaşıldı ki 2500 TL’ye satılan kitabın gelirleri Darüşşafaka başta olmak üzere bazı liselere bağışlanacaktı. Plan baştan böyle miydi, tepkilerin hafiflemesi için mi böyle bir buluş akla gelmişti, benim için muamma.
Muhafazakar dindar mahalle ise bu işten pek keyif aldı desek yalan olmaz.
Bugüne kadar kendi mahallelerinin inanç simsarları yüzünden sürekli sigaya çekilmişlerdi. Adı hocaya çıkmış ya da alim vasıflı adamların TV ekranlarında ağlaya ağlaya kıssadan hisse anlatıp hem para hem makam kazanmış olmasından, diğer bazılarının yanmaz kefen, peygamber terliği satmasından, ümmet ümmet deyip Maldivler'de devre mülk pazarlayanlardan çok çekmişlerdi. Fırsatçılar üzerinden itham edilmişlerdi. Defalarca "Din afyondur la, inancınıza esir olup kafayı çalıştırmazsanız daha çoook kazıklanırsınız, oh olsun" gibi kaba saba cümlelerle sarakaya alınmışlardı.
Hoş, istismarcılar bahaneydi. Çünkü dindar mahalle, sadece aralarına sızmış şarlatanlar yüzünden değil, dinlerinin emrettiği farzları yerine getirdikleri için de aşağılanmışlardı yıllarca. "Modern dünyaya uygun olmayan, bilimsel olmayan, dogmatik bir dünya görüşüne sahip oldukları" iddiasıyla tahfif edilmişlerdi defalarca.
Oysa şimdi, "Fikri hür vicdanı hür olacaksın arkadaş" akıllarını verenler dönüp kendi arkadaşlarının Yılmaz Özdil kitabından oluşan camekanlı türbeyi resmen tavaf etmeleri gerçeğiyle baş etmek zorundaydılar. Şimdi "aralarındaki bazı adamlar" yüzünden sigaya çekilme sırası aklı başında Kemalistlere gelmişti.
Zira, Yılmaz Özdil diye biri çıkmış, "hayatta en hakiki mürşit ilimdir" diyen Atatürk’e "ilimi bilimi bırak halkımız dipnot ve kaynakça bile sevmiyor" demiş ve "mürşit" rolüne Atatürk’ü uygun görmüştü.
Mevlevi tarikatını andıran bir inanç sisteminin merkezindeki postta oturuyor, Atatürk’ün nasıl da mübarek bir adam olduğunu anlatıyor, onu "insan olarak" değil, "üstün melekeleri olan bir varlık" olarak kutsallaştırıyor; insanları Atatürk’ü tanımaya ya da anlamaya değil, ona "bağlanmaya" davet ediyordu.
Müşteri de buluyordu. Düne kadar "Fikri hür, vicdanı hür"; akıl ve bilim yolunun yolcusu olarak tanımlanmaktan gurur duyan; "göbeğini kaşıyan adam"dan bu nitelikleriyle ayrıldığını düşünen Kemalistler, Yılmaz Özdil’in oluşturduğu "Atatürk kültü" etrafında birleşmeyi ibadet sayıyorlar, bunun için sabah 9’u 5 geçe 2500 TL ödeyip 1881 kitabın tamamını on dakika içinde bitirerek Atatürk’e inanmanın gereğini hakkıyla yerine getirmiş oluyorlardı.
Nitekim orada da bitmiyordu iş. Madem Atatürk, aklın bilimin tarihin konusu değil, bir inanç sisteminin öznesiydi, ağaç yaşken eğilirdi, çocuklar beşikten mezara Atatürk’e layık yaşamayı öğrenmeliydi.
Aynı yazarın imza attığı "Atatürk ve temizlik" isimli çocuk kitabı nitekim, bizim mahallenin "abdest almayı öğreniyorum", "namaz kılmayı öğreniyorum" başlıklı çocuk kitaplarıyla aynı mantığı takip ediyordu. Birebir, ne eksik ne fazla.
İlginç olan, abdest alıp namaz kılmayı öğreten bu çocuk kitaplarına "çocukların beynini yıkıyorlar" diye tepki gösteren kitlenin, sıra "Atatürk ve temizlik" adlı endoktrinasyon kitabına geldiğinde bunda bir sorun görmemesiydi.
Yazarın Atatürk’ü normal bir insan gibi gösteren kitaplara duyduğu tepki hatırlanınca bu çocuk kitabının içeriği daha da ilgi uyandırıcı oluyor. Ne yazıyor acaba, herhalde "bütün Osmanlı paşaları pisti ve kötü kokardı. Bir tek paşam farklıydı, onu melekler yıkardı. Cephede bile Chanel kokardı’ gibi şeyler sanırım. İlk fırsatta edinip bakacağım.
Latife bir yana. Başka dinlere saygı göstermek, inancımızın gereği.
Atatürk’ün bir nevi peygamber ya da yarı tanrı; Kemalizm’in bir nevi din haline getirildiği tespitini yaptıktan sonra bize düşen tek şey var "le küm diniküm veliye din" (senin dinin sana, benimki bana) demek.
Daha sonrasında ise En’am suresi 108. ayete göre davranmak.
Ne diyor ayet? Şunu: "Allah'tan başkasına tapanlara sövmeyin; sonra onlar da hadlerini aşarak, bilgisizce Allah'a söverler."
İnançlara hakaret etmek o kadar büyük gönül kırıklıklarına sebep olur ki, Allah; Allah olduğu halde, o kalplerin kırılıp yıkıcı hadsizlikler içine savrulmaması adına bir adım geri çekilir.
Allah, Allah olduğu halde bu tutumu tercih ettiğine göre bizim de başka inanç sistemleri karşısında saygılı olmamız gerekir. Özgürlükçü bir demokratın perspektifi “herkes dilediğine inanmakta özgürdür”den öteye gitmez.
Yeter ki sergiledikleri tutumun tanrı-kul ya da en hafifinden mürşit-mürid ilişkisi olduğunu kabul etsinler ve başkalarına kendi dinlerini dayatmasınlar.
TEK SORUMLU YILMAZ ÖZDİL DEĞİL
Ayrıca siyaset sosyolojisi açısından ne oldu da böyle oldu diye sormak, gerektiğinde çuvaldızı kendimize de batırmak gerektiğini unutmayalım.
Unutmayalım ki Yılmaz Özdil bu kitapları alacaksınız diye kimseye silah doğrultmadı. Var olan bir duygu durumunu, Kemalistlerdeki hayal kırıklığını, geçmişe özlemi, kurtarıcı arayışını gördü ve bu zeminde karşılık bulacak, en kolay okunacak, en çok tüketilecek, en çok kazanç getirecek metayı üretti.
O zemin nasıl oluştu diye sormak bize düşüyor.
Mesela nasıl oluyor da insanlar en iyi kumandan, en iyi devlet başkanı, Cumhuriyetin kurucusu gibi niteliklerle yetinmeyip, "en demokrat lider", "en hoşgörülü devlet başkanı" gibi gerçekle alakası olmayan sıfatları da Atatürk’e hamledebilir hale gelebiliyorlar?
Ne oldu da "Kabe Arap'ın olsun, bize Çankaya yeter" kafası, postmodern mistifikasyonları da yanına alarak Atatürk’ü Olympos dağındaki tanrılardan biri haline getirdi?
Ne olacak, etkiye-tepki oldu.
Bugün Anıtkabir'e gidip lahitle dertleşen, 2500 TL’lik kitabı almayı kimliğinin gereği addeden kitle kendisini madden ve manen "dışarıya itilmiş" hissediyor, küresel değişimler ile Türkiye sorunları arasındaki sebep sonuç ilişkilerini okuyamıyor, medya pek özgür olamadığı, herkes karnından konuştuğu için mevcut iktidar ilişkilerini algılayamıyor, reel siyasetin güçlü ve yıkıcı boyutuna tamamen yabancı hissediyor, bildiği tanıdığı her şeyin ellerinden kayıp gittiğini ve bunun tek sorumlusunun Ak Parti olduğunu düşünüyor.
Hayata tutunmak için gereksindiği ütopyayı çocukluğunun / gençliğinin sadeliğine ve temizliğine mühürlenmiş bir nostaljiden temin etmeye çalışınca da, orada fakirdik ama onurluyduk"u görüyor, "çok paramız yoktu ama mahallemizde top oynayabildiğimiz yemyeşil alanlar vardı"yı görüyor, Münir Özkul’u görüyor, Adile Naşit’i görüyor, bütün ailenin tek bir televizyona baktığı, herkesin Komedi Dans Üçlüsü izleyip eşit derecede gülebildiği günleri görüyor, siyasetle kucak kucağa olmanın gerekmediği, çok çalışarak bir şeylerin başarılabildiği inancının korunduğu zamanları hatırlıyor.
İşte "Atatürk" de, tüm o özlenen, eksikliği hissedilen paketin parçası, siyaseti de aşan bir dünya görüşünün, bir hasret ikliminin sembolü olarak kutsallaşıyor.