Türkiye: Küresel güç değil, göz ardı edilemeyecek aktör
Türkiye gündemine peşpeşe giren TSK’nın İdlib’de uğradığı saldırılar, Yunanistan sınırına akın eden ve barbarca uygulamalarla karşılaşan mültecler, Covid-19 virüsünün çılgınca yayılması ve alınması gereken tedbirler; yani, konuştuğumuz ve konuşacağımız daha pek çok konu Türkiye’nin dış politikası ile az ya da çok ilintili. Türkiye dış politikasının ‘geleceği’ hakkında fikir yürütmeye odaklanmış bir raporu da bu bağlamda oldukça kaydadeğer buldum.
Rapor yayınlanalı iki hafta oldu. Teorik çerçevesi nedeniyle ve mahallenin ‘sivil görünümlü/devlet çalışanı', ‘havalı’, sivil toplum örgütlerinden birinin imzasını taşımadığı için konunun uzmanları dışında geniş bir kitleye ulaşamadı.
2010 yılında kurulan İLKE İlim Kültür Eğitim Vakfı’nın “GELECEĞİN TÜRKİYESİNDE DIŞ POLİTİKA: Eğilimler, Sorunlar ve Çözüm Önerileri” şeklinde 200 sayfalık bir çalışma yapmasının sebebi dış politika için bir gelecek vizyonu sunmak ve Türkiye’nin dış politikası için kapsamlı, tutarlı ve uygulanabilir bir analiz çerçevesi oluşturmak.
İlke İlim Kültür Eğitim Vakfı, Türkiye’de yükseköğretimin geleceği için de benzer bir çalışma yapmıştı.
Dindar sosyolojinin içinden gelen, ‘mahalleden’ akademisyenlerden oluşan bir STK. Bu rapor için de devleti yönetenlere yaranmaya çalışmayan, muhalif bulgular elde edeceğiz diye de kasmayan, evrensel veri elde etme ve analiz etme metodlarına sadık kalmaya gayret eden, bu arada kendi ‘özne’liklerini niteleyen şuur ve tasavvurdan da kopmamış akademisyenler çalışmış.
İlk cümle, “Türkiye, dünya siyasetindeki yeri bakımından küresel güç olmaya çalışan orta büyüklükteki bir aktördür.”
Yani, kimse kusura bakmayacak, Türkiye küresel aktör ama küresel güç değil. Küresel güç olmaya ‘çalışan’ bir ülke.
Bölgesel bir güç olma doğrultusunda her geçen gün artan bir kararlılığa sahip. Ama gerek bölgede gerekse dünya siyasetinde ‘oyun kurucu’ konumunda bir aktör değil, daha çok “göz ardı edilmemesi gereken önemli bir aktör”.
Filmi biraz başa sarmak lazım.
‘KÖPRÜ’ ÜLKEDEN ‘MERKEZ’ ÜLKEYE…
Türk dış politikasının daha proaktif bir şekil alması aslında soğuk savaştan hemen sonra başladı. Soğuk Savaş sonrası Türkiye hem kabuk hem de öz değiştirmesi nedeniyle “köprü ülke” söyleminden “merkez ülke” söylemine doğru yöneldi. Çünkü köprü ifadesi, “Türkiye’nin birbirine bağladığı uçların ikisine de ait olmadığını ima etmekteydi” ve 1990’larda başlayan Yeni Dünya Düzeni’nde, elindeki dinsel ve etnik kartları fark etmeye başlamıştı Türkiye.
AK Parti, 11 Eylül saldırıları sonrası küresel siyaset dinamiklerinin yeniden şekillendiği bir dönemde başlayan iktidarı ile Türk siyasal hayatında oldukça köklü dönüşümler gerçekleştirdi. Bu dönemde Türkiye statükodan hoşnut olmayan yeni bir düzen, kapsamlı ve güçlü bir statü arayışı içerisine girdi. Dış politikada Ahmet Davutoğlu’nun etkisinin olduğu bu dönemde Batı merkezli uluslararası ilişkiler anlayışının sürdürüldüğü ve alternatif perspektiflerin büyük oranda göz ardı edildiği anlayıştan, aktif ve diplomasinin farklı araçlarını kullanan yeni bir boyuta geçiş yaşandı. Stratejik derinlik günün sonunda bölge gerçeklerine oranla fazla ‘idealist’ kalsa da, Türkiye’nin 41 büyükelçilikle Fransa’dan sonra Afrika kıtasında en fazla büyükelçilik sahibi ülke haline gelmiş olması gibi ‘realist’ kazanımlar, özellikle ekonomik geri dönüşleri bakımından halen bu perspektifin izlerini taşımakta.
“DIŞ POLİTİKADA REFORM ŞART”
Ancak dünya siyasetinin AK Parti hükûmetlerinin uyguladığı dış politika felsefesinin çerçevelendirildiği 2002’den çok farklı bir duruma evrilmiş olması nedeniyledir ki, işler değişti.
Rapor bunları uzun uzun anlatıyor.
Ama temelde şunu söylüyor. “Türkiye’nin AK Parti yönetimindeki ilk on yılda küresel siyasetteki fırsatlardan yararlanarak uluslararası alandaki tanınırlığını ve etkililiğini artırdığı bir hakikat olmakla beraber özellikle son yıllarda dış politikada bir daralmanın gerçekleştiği de müşahede edilmektedir.”
Ama yanlış olmasın.
Raporun yeni bir vizyona ihtiyaç olduğunu söylerken bile güç aldığı referans kaynağı, Ak Parti hükümetleri döneminde atılan adımlardan başkası değil. Şöyle bir cümle var mesela. “Türkiye’nin yeni bir vizyon ihtiyacına neden olan bir diğer husus ise yerküre üzerinde Türk bayrağını dalgalandıran kurumların fazlalaşmasıdır”.
“GERÇEKÇİ BİR KAPASİTE ANALİZİ GEREKİYOR”
Her şeyden önce, Türkiye’nin kapasitesinin doğru tespit edilmesi gerekir diyor, raporu yazan Süleyman Güder, Murat Çemrek, M. Hüseyin Mercan…
Dış politikanın temel sabitelerinin gözden geçirilerek gelecek yıllara uygun şekilde yeniden kurgulanması, Çok boyutlu-çok aktörlü dış politika, yumuşak güç-sert güç dengesi, insani ve kalkınmacı diplomasi zaten, halen yürürlükte olan stratejiler. Aynı bağlamda, ‘değer merkezli’ dış politikadan da asla vazgeçilmemeli. Çünkü “Ahlaki normları önceleyen değer merkezli bir uluslararası ilişkiler yaklaşımının dünya siyasetinde ciddi bir ayrıcalık kazandıracak”.
Ancak hayata geçmesi şiddetle gereken hususlar var.
Misal:
Söylem-eylem uyumu lazım. Zira “Siyasal, ekonomik ve diplomatik gerçekliğin son yıllardaki dış politika söylemiyle uyumlu bir görünüm çizmemesi, Türkiye’nin uluslararası ilişkilerde karşılaştığı krizlerin başlıca sebepleri arasında”
Sembolik atıflardan uzak bir dış politika lazım. Çünkü “değerli yalnızlık” gibi bağlamlarda geliştirilen savunmacı yaklaşım süreçle yeteri kadar yüzleşmeye engel oluyor.
HAMASET MANEVRA ALANINI DARALTIYOR
Siyasal ve ekonomik kapasiteyle uyumlu dış politika söylemi şart. İfade şöyle: “Türkiye’nin son yıllarda yüzleştiği sorunların başında, dış politikadaki söylemle kapasite arasındaki tutarsızlık gelmektedir. Türkiye, küresel bir süper gücün güdümünde bir ülke görünümü çizmeyeceği gibi küresel güçlere meydan okuyan ve onları dize getiren bir ülke söyleminden de imtina etmelidir. Özellikle iç siyaset dengeleri nedeniyle kimi zaman hamasi söylemin tonunun artırılması, dış politikada olumsuz algılara sebebiyet vermekte ve bu durum Ankara’nın hareket alanını kısıtlamaktan başka bir amaca hizmet etmemektedir.”
Derinleşme eksenli dış politika. 2002’den bu yana yürütülen açılım faaliyetleriyle Türkiye büyük bir genişleme stratejisini hayata geçirdi ve 2002 yılında 163 olan faal temsilcilik sayısı 2018 sonu itibarıyla 239 rakamına çıktı. Genişleme tamam, ama sıra derinleşmede, yani temsilciliklerin kapasitelerini arttıracak mekanizmalar kurmak gerekiyor.
Kurumlar arası uyum. “Büyükelçilikler ve diğer kurum ofislerinin yaşayacağı gerilimler ya da birbirlerinden rol kapma yarışına girmeleri, Türkiye’nin o coğrafyadaki konumuna zarar vermekten başka bir anlama gelmeyecektir.”
Uluslararası sistemde doğru ve rasyonel konumlanma. “Önümüzdeki dönemde Ankara’nın dış politika tercihleri, uluslararası sistemde gelişmekte olan ve kolay vazgeçilemeyen bir ülke tanımlaması üzerinden şekillenmelidir. Böyle bir konumlanma hem Türkiye’nin aşırı misyon yüklenmesine mâni olarak yükünü azaltacak hem de rasyonel zeminde vazgeçilemeyecek bir aktör olması hasebiyle diğer güçlerle kurduğu ilişkilerde manevra alanını genişletecektir.”
Güçlü bir dış politika için güçlü bir ekonomi. “Türkiye ekonomisindeki kırılganlıklar, özgün ve bağımsız bir dış politika yapımına engel teşkil etmektedir.”
AB ile ilişkilerin sürdürülebilir zeminde tutulması. Yani, “AB’nin iç siyasete dönük olumlu ya da olumsuz imajların sunulmasına kapı aralayan bir araç olmanın ötesinde Türkiye’nin gelecek yıllardaki dış politika süreçlerinde her daim önemli bir faktör olacağı dikkate alınarak stratejilerin belirlenmesi gerekmektedir.”
Tüm taraflarla iş birliğine açık dış politika. Ankara’nın küresel siyasette bağımsız bir aktör hâline gelme isteği, mevcut durum itibarıyla doğal bir sonuç olarak görülse de otonomi arayışının rasyonel gerçeklikten uzaklaştığı anlar krizlere gebe. Batıcılık, Avrasyacılık, Orta Doğu ya da İslam dünyasına hamiliği gibi yaklaşımlar doğru değil. Türkiye’nin önünü açacak bir iş birliği stratejisinden müteşekkil dış politika anlayışını hayata geçirmek gerekmekte…
*
Rapordan anladığım genel sonucu söyleyeyim: Bir ülke hem değerinin hem de kapasitesinin farkında olursa dış politika yapımında başarılı olur. İlkini ihmal ederse iddiasız, rolünü icra etmede zayıf ve taviz vermeye mahkum, ikincisini ihmal ederse gerçeklik kaybı nedeniyle yarattığı krizlerin bedelini ödemekten belini doğrultamayan bir müflis olur.
Uzmanlar ve meraklıları için raporun linki (TIKLAYINIZ)