Hilafet talebi: Üzücü ama şaşırtıcı değil
Başlığı yadırgadınız ve kastımdan çok farklı bir anlam yüklediniz ama önce dinleyin. Çünkü aklınıza ilk gelen şeyi değil, ikinci sırada geleni de değil, başka bir şeyi anlatacağım.
“Ayasofya ve Türkiye artık hür”, “Şimdi değilse ne zaman, sen değilse kim? Hilafet için toparlanın” kapağının sosyal medyada paylaşılması, bütün okların Yeni Şafak gazete grubunun dergilerinden biri olan Gerçek Hayat’a yönlendirilmesine neden oldu. Genel Yayın Yönetmeni Kemal Özer daha önce ‘düz dünya’ tezini olumlayan bir kapağa da imza atmıştı. Lakin AK Parti’yi savunanların iddia ettiği gibi bir ‘meczub’ mu emin değilim. Ortaya koyduğu, ergen İslamcılığın atarlarından birine tekabül etmektedir ama aynı zamanda bir damarı da temsil etmektedir. Bu damar, hilafeti hatırlatan bir durum, bir okazyon oldu mu heyecanlanır. Ayrıca bunu daha ciddi olarak ele alan gruplar da vardır. Hilafet konferansları düzenleyen, neden bir halifeye ihtiyaç duyulduğunu anlatan dergiler çıkaran Hizbuttahrir grubunun üyeleri bu talebi dile getirdikleri için on yıllar boyunca cezaevine atıldılar. Haklarını yemeyelim, ‘siyaset hırsızı’ değillerdi. Çünkü gündeme ayarlı değil, 7/24 bunu savunuyorlardı. Dolayısıyla onların cezaevine gönderilmesi Türkiye’de Ruşen Çakır gibi seküler isimler dahil her kesim tarafından eleştirilmişti. Bu tür hoşgörü ve tolerans -buraya dikkat- bundan birkaç yıl öncesine kadar mümkün olabiliyordu.
Ama Gerçek Hayat dergisinin kapağına kimse “Aman canım kendileri çalar kendileri söyler” diyemedi.
Atatürkçüler, “Herkes haddini bilsin” ciddiliğine bürünüverdi. TSK, rahatsızlığını dışarıdan belli olacak hamlelerle ifade etti.
Liberaller “Hah bir bu eksikti” huzursuzluğu yaşadı.
Demokratlar “Nerdeeen nereye, vay be” dedi.
AK Parti ise Ayasofya hamlesiyle yaşadığı haklı gururun keyfini süremedi, savunmaya geçmek zorunda kaldı. İyi ki de geçti. Ömer Çelik doğru ve yerinde bir açıklama ile “Cumhuriyet gözbebeğimizdir” mesajını verdi.
Kimi AK Partililer “Yahu ne gerek var bunu ciddiye almaya” rehavetini tercih ederken kimi ciddi olarak öfkelendi ve ‘provokasyon’ tabirini kullandı. “Böyle bir ajandan varsa, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ayasofya’yı cami yapan siyasi kararlılığını atlama taşına dönüştürmeyeceksin. Ayasofya’yı cami yapan siyasi kararın arkasına sığınıp siyasi iktidarın pelerini altından ülkenin ahalisine tahrik ateşi açmayacaksın” gibi fikirler zikredildi, müşteki olundu. Kısmen haklıydılar, kısmen haksız.
DEMOKRASİ Mİ, MOBOKRASİ Mİ?
Haklıydılar, çünkü Ayasofya gibi neredeyse kimsenin karşı olmadığı konuyu, ‘karşıtlık’ ve ‘kışkırtma’ süzecek bir öneriye basamak yapıyorsanız niyetinizin sorgulanması kaçınılmaz.
Ancak şunu da görmek zorundayız. İnsanların irrite olmasının birden çok nedeni var. Çünkü demokrasinin, hukukun üstünlüğünün, devletin seküler bağdaştırıcı niteliğinin her yerinden aşındırıldığı algısından çoğalan bir endişe var. Günlerdir dövülen ‘İstanbul Sözleşmesi’, günler öncesinden başlayan vasiyetname ve ‘tel’in’ diskurları, meclisten gece yarılarında hızlıca geçirilen çoklu baro, sosyal medya düzenlemesi gibi sadece son düzlükte yaşananları hatırlamak ne dediğimi anlatmaya yetecektir.
Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın kılıçla hutbeye durmasını ve sarf ettiği sözleri de ekleyelim, ama bir parantez de açalım. Zira, şahsen benim ilginç bulduğum bir durum var. Ali Erbaş, Diyanet İşleri Başkanı olmadan az önce “İslam çoğulculuğa önem veren bir dindir” gibi makaleler yazıyordu. Hatta “Polemik değil Diyalog” adlı bir söyleşi kitabında şöyle bir ifadesi bile var: “Bütün insanların Müslüman olması dinin Kur'an'ın hedefi değildir. Kur'an'ın hedefi din özgürlüğü” (sh 41)
Erbaş, şahin bir İslamcı değil, bildiğiniz güvercindi. Sormak lüzum etmez mi neden ve nasıl böyle oldu?
Neden son yıllarda devlete eklemlenen ya da zaten orada olan kişi, kurum ya da gruplar yaptıkları işin en lümpen, en buyurgan, en düzeysiz versiyonunu sergilemeye başladı?
Tabiatları böyle değilken, eğitim durumlarına muhalefet edercesine, neden bunu tercih ediyorlar?
Sesi gür çıkan ve gözüne kestirdiğini dayatmakta beis görmeyen kitlelerin bundan hoşlandığı, ülkeyi yönetmenin de ancak ‘maneviyatla’ çalışan bu tür bir kitle mekanizmasına uygun yağı doldurmakla mümkün olduğu anlayışı mı var?
Demokrasiyi arkada bıraktık da, demokrasinin yozlaşarak; başkalarına gerekirse zorbalık uygulamayı kabul edilebilir bulan tepkisel kalabalıkların sözünün geçtiği ‘mobokrasi’ fazına evrildiği bir yere mi geldik?
BATI’DAN ‘TAMAMEN’ KOPUNCA TEK YÖN AVRASYA OLACAK ZANNEDENLER ONLINE MI?
Bunu söyleyeceğim daha önce aklıma gelmezdi ama korkarım bütün bunların sebebi biraz da üst üste yaşanan bazı badirelerden ve ülke olarak uğradığımız haksızlıklardan sonra yaşanan ‘Batı’dan tamamen kopalım’cı taifenin maalesef fazlaca müşteri bulması. Batı düşmanlığının kitleselleşmesi.
Batının da süper ahmak biçimde katkı sunduğu bu kopuşla beraber, ‘Batı icadı’ sayılan tüm kurumların ve insan hakları kavramının gelişmesine hizmet etmiş bildirgelerin şeytanlaştırılmasının sonuçlarını yaşıyoruz.
Ben vaktiyle Türkiye’nin AB’ye girmesini istemediğini açık açık yazmış, her meselemize Avrupa gözlüğüyle bakan aydınlara zehir zemberek laflar etmiş biriyim. Ama bunları söylerken Batı ile düşmanca bir ilişkiyi değil, Batı’dan öğrendiklerimizi koruyarak kendimiz olmayı kastediyordum.
Gelinen nokta ise şu: Demokrasinin ‘Batı’nın bölücü planı, özgür düşüncenin ‘Batı yalanı’, AB’nin ‘asla giremeyeceğimiz ‘Hristiyan Kulübü’, özgürlüğün Batı icadı bir martaval, ‘hukukun üstünlüğü’ kavramının Batılıların uydurduğu asılsız bir safsata, Batı ve bilim ilişkisinin ‘Bilim onların kutsal ineği’, Batı toplumunun ‘ailenin iflas ettiği sefil ötesi bir topluluk’ olarak alındığı bir atmosfere karşılık, ‘yerlilik’ adı altında pohpohlanan ‘kasabalılık’ ‘muhafazakar dindar’ halk tabanında umulandan başka bir repertuarın ortaya çıkmasına neden oldu.
Sağdan MHP, soldan Vatan Partisi tarafından çekiştirilen ve üzerine Atilla İlhan ulusçuluğu serpilen kitle, Kemalistler kadar Türkçü, Ulusalcılar kadar devletçi, Osmanlı hayranı ama Osmanlı’nın aksine değerleri Anadolu coğrafyasına sıkışmış, ‘ümmet’ten vazgeçmiş, ‘milleti’ kendi değer yargılarında hizalamak isteyen ve hizalayabildiğine millet diyen karma bir kimliğe ya da kimlik bunalımına doğru gidiyor.
Türkiye’yi tam bağımsız olma yolunda Batı’dan tamamen koparma arayışına girenler geride kalanın sarsılmaz bir ‘ulusalcılık’ olacağını, ülkenin mahal memnuniyetle Avrasya’ya yöneleceğini, kımız içip at binip seküler demir perde ülkesi gibi yaşamaktan yeterli manevi hazzı alacağını düşünmüşlerdi sanırım.
Oysa, öyle olmaz.
Bu coğrafyada ‘hukuk siyasetin köpeğidir’ söylemleriyle; herkes için adaleti ve hakkaniyeti gözetme düsturunu küçümseyen, çok sesliliği ihanet sayan, sosyal medyada milli diktatörlük isteyen argümanlarla gidilecek yer, votkayı fazla kaçırdıkları gün 30 yaşındaki karılarını ‘yaşlısın’ diye evden kovanların ya da köpekleri canlı iken pişirmeye başlayanların coğrafyası olmaz.
Demokrasiden, özgürlük arayışından, uzlaşma kültüründen ‘arındırılan’ kitleler yüzlerce yıllık pratik ve alışkanlıklarının motifleri nereye çekerse oraya yelken açarlar. Benzerlerini de dinden davadan devletten uluslararası ilişkilerden anladıkları vasata çekmeye çalışırlar. Kısmen başarırlar da, çünkü söylediğini kendinden çok emin söyleyenler her zaman belirli bir etki yaratmayı başarır.
Benim anlamadığım, ülkenin siyaset hayatını onca yıl işgal etmiş olanların bunu nasıl öngöremediği.