Ödenecek bedel var, ödenmeyecek bedel var
Bayram gündemi Mescid-i Aksa’da ibadet etmek isteyenlere saldıran daha sonra saldırganlığını Gazze’ye attığı bombalarla devam ettiren İsrail’in kana buladığı Filistin acılarıyla zehroldu.
İsrail sayısız BMGK kararını çiğneyerek Filistinlilerin yaşam haklarını ihlal ediyor ve en ufak bir hukuki ya da siyasi yaptırımla karşılaşmıyor. Maalesef uluslararası arenada da uluslararası hukuk mekanizmasını çalıştırabilmek için gereken meşruiyete sahip herhangi bir İslam ülkesi yok. Ah evet, akan kan Müslüman kanıysa aranan bir ön şart meşruiyet.
Şu anlama geliyor: Kuruluşu itibariyle Büyük Britanya’nın, sürdürülüşü itibariyle ABD gibi büyük dev bir ülkenin korumasında, himayesinde olan İsrail rağmına Filistinlilerin haklarını koruyacaksan, emeğinin sonuç vermesi moral üstünlüğünün olmasına bağlı.
Kusursuz, pirü pak olmalısın ki, söylediklerine itibar edilsin.
HAMAS hakkında tarihin bir safhasına "Hamas’ın fazlasıyla brutal ve adres sormayan eylemleri olduğu muhakkak, ama adamlar da ne yapsın kardeşim?” dediyseniz mesela söylemlerinizin içeriğine bakılmaz. Çünkü siz ‘terör örgütünü’ savunmuşsunuzdur.
Gelinen noktada, iki devletli çözüm hayal olmuş gibi görünüyor.
Yarın öteki gün, HAMAS gibi Batılı liberal demokrasilerin terör örgütü dediği bir yapıyı savunmuş olmak bile tarafınıza bir fatura kesilmesine neden olabilir.
Filistin tek değil. Daha bunun Suriye’si, Kuzey Irak’ı, Libya’sı var…
Türkiye de pek çok yerde pek çok operasyon yürüten ve bunların bir kısmı nedeniyle kah büyük devletleri kâh bölge ülkelerini rahatsız eden bir ülke.
Söz konusu iddialar ve operasyonlar, yarın, öteki gün yahut iki yıl sonra, AK Parti’ye ve AK Parti nezdinde tabanına, yahut AK Partili olsun olmasın coğrafya kaderdir deyip o kaderle kederlenen Müslümanlara, dindarlara bedel ödetecek gerekçeler haline getirilebilir mi?
Bu soru şimdilik burada dursun.
OLUK OLUK İDDİA
Bayram gündemini en çok belirleyen olgulardan biri de YouTube’a düşen ve 44 milyon kişi tarafından izlenen video kayıtlarıydı.
Bir taraftan evinin bombalandığına şahit olan küçük bir çocuğun dehşetten büyümüş gözlerine baktık.
Bir taraftan dünün makbul, bugünün dışlanmış organize suç örgütü liderinin diğer organize suç örgütü liderleri ve eski yeni siyasetçiler, gazeteciler hakkında ileri sürdüğü iddialara. "Biz olmazsak mafya o marinaya çökerdi" diyen sonra ‘dil sürçmesi’ diye düzelten eski içişleri bakanının esef verici açıklamasını da gördük.
Olanca hengame arasında tek bir soru vardı aslında. Cemil Çiçek gibi, Cevat Öneş gibi, Mehmet Eymür gibi ‘kurumsal devlet’ günlerini hala hatırlamamızı sağlayan devlet adamlarının uyarılarına rağmen, yargı iddiaları neden soruşturmuyor? sorusu.
90’LAR, SUSURLUK VE BAŞKALARININ GÜNAHINDAN SORUMLU TUTULMAK
90’lar sık sık hatırlatıldı. Susurluk kazası ve çetesi hatırlatıldı.
90’larda bile daha iyiydik denildi.
Susurluk skandalında ortaya çıkan yapının anatomisinin çıkarılabilmesi ve konunun üzerine gidilebilecek imkanlar hala varlığını koruduğu için böyle bir analiz yapılıyor.
Ancak videolarda adı geçen isimlerin %90’ı 90’lardan kalma iken, 90’lar daha iyiydi demek çok mümkün görünmüyor.
90’larda iyi olan şeyler vardı elbette. Ülkenin potansiyeline duyulan güven vardı, her şeye rağmen medya daha özgürdü ve her şeye rağmen devlet kurumları ayaktaydı. Yargıda ilkesel çıkışlar mümkündü.
90’larda bir de, mafya-siyaset ilişkileri konusunda tamamen temiz kalmış olan dindar muhafazakar kesim vardı ve kendi özgürlük taleplerini toplumsal taleplerin tümünü taşıyacak bir çanak haline getirerek, toplumun tümünün beklentilerini taşıyacak bir umut olmaya doğru yürümekteydiler.
Daha sonra AK Parti hareketine yelken açacak muhtevayı barındıran Refah Partisi ve kitlesinin dünyayla barışık ve yerli temiz siyaset vaatleri vardı.
Refah Partisi demişken hikayenin can alıcı yerine büyüteç tutmak gerekir. Susurluk çetesinin hiçbir yerinde olmamasına rağmen, sırf koalisyon ortağını koruma refleksiyle sarf ettikleri kırık dökük üç beş cümle yüzünden bedel ödeyen Refah Partisi yöneticilerini ve Necmettin Erbakan’ı hatırlamak gerekir.
28 Şubat post modern darbesine ‘toplumsal destek’ sağlayan tek şey Fadime Şahin ve Müslüm Gündüz mizanseni değildi.
Refah Partisi bir kamyon kazasıyla ortaya çıkan Susurluk ilişkiler ağına gösterilen toplumsal refleksi iyi okuyamadı ve bu durum Refah Partisini, askerin post modern darbesine karşı direnmesini sağlayabilecek toplumsal destekten yoksun bıraktı.
Refah Partisi kurulmuş siyaset-ticaret-güvenlik-mafya zincirinde tek bir halka bile değilken, 90’lar paramiliterleşme sürecinin önemli ayaklarını ihtiva eden koalisyon ortağını koruma, daha doğrusu koalisyonu devam ettirme motivasyonuyla hareket ettiği için, asla sorumlu tutulmaması gereken ilişkiler yüzünden bedel ödemek zorunda kaldı.
Kapanıp açılan lambalar, sürekli aydınlık için 1 dk karanlık kampanyasına karşı Şevket Kazan’ın sarf ettiği "Mum söndü oynuyorlar" cümlesi, Refah Partisi’nin dönemin kirli çete nizamında pay sahibiymiş gibi görünmesine yol açtı.
YUKARIDA SORDUĞUM SORUYA GELİNCE…
Yukarıda şöyle bir soru sormuştum: HAMAS gibi Batılı liberal demokrasilerin terör örgütü dediği bir yapıyı vaktiyle savunduğu için, AK Parti’ye ve AK Parti nezdinde tabanına, AK Partili olsun olmasın bu ülkenin coğrafyanın kaderiyle kederlenen Müslümanlarına, dindarlarına da bedel ödetilen günler gelir mi sahi? diye.
Soru uzun ama cevabı kısa: Gelirse gelir.
Bu yüzden gelen bedele hoş geldin diyecek yüzbinler vardır.
Topunuz gelin diyecek binlerce insan vardır.
Filistin’le dertlenmiş herkes bu yolda ödeyeceği bedeli kucaklamasını bilir.
Ama Yalıkavak marinasına kim çökecek telaşının azmettirdiği suçlardan neden bedel ödesin bu partinin bu hareketin inanmış insanları? Ya da neden bir ‘örtbas’ algısının parçası olsunlar?
AK Parti’ye cebinden değil ruhundan bağlı olan yüzbinlerce insan var. Hala var.
Siyasetin dokunulmaz, hesap vermez ve şeffaflıktan çok uzak bir modelle dizayn edilmesini eleştirenlerin, üç yıldır sindirilmeye çalışıldığını, ‘hukukun üstünlüğü’ diyen herkesin ağzına kürekle vurulduğunu biliyor, görüyor ama ‘dava adına’ susuyor, görmezden geliyorlar.
Değerli AK Parti’li arkadaşlarım. Farkında mısınız bilmiyorum. Bunun sonu, 2007’de meclisin cumhurbaşkanı seçmesini kilitleyen, 367 sayısı bulunamasın diye 44 vekilin meclise girmesini engelleyen adamlar hakkındaki aktüel iddiaların ‘soruşturulmamasından’ kaynaklanan sorumluluğa ortak edilmeniz olacak.
Emin olun, bunun gurur duyulacak bir bedeli de yok.
Bakın tekrar ediyorum.
Türkiye’nin var olması, etkin ve güçlü olması için yapılmış işlerdeki hata ve sorunlardan dolayı bedel ödenir.
Filistin’in yanında olmak için gösterilen her çaba için bedel ödenir.
Zalim Esad’a karşı yıllarca zindanlarda çürütülmüş muhaliflerin sesi olmaktan dolayı bedel ödenir.
Rabia meydanında infaz edilenleri protesto etmek için kefen giyip mitinge koşanlar eminim ki, yarın bunları ‘suç’ olarak takdim edecek kişiler kurumlar olursa, onların karşısına alınları ak duruşları dik biçimde çıkıp "Evet yaptım noolmuş?" der.
Ama bir maaşla dört çocuk okutan namazlı abdestli AK Parti tabanı neden üç beş kokocu daha çok mala çöksün diye işlenmiş suçların bedelini ya da söz konusu iddiaların örtbas edilmesinden doğacak soru işaretlerinin yükünü üstlensin?
Neden böyle bir hikayeye ortak olunsun?
Bu sorunun hiçbir makul mantıklı akla vicdana uygun cevabı yok.