Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        1 Temmuz itibariyle İstanbul Sözleşmesi’nde artık olmadığımız tescillenmiş oldu. Danıştay, başvurunun içerdiği talebi reddederek, Türkiye’nin sadece Cumhurbaşkanı’nın verdiği bir kararla uluslararası bir sözleşmeden çekilmesinin mümkünlüğüne karar vermiş oldu çünkü.

        Kadınlar eylem ve yürüyüş yaptı. Polis kendi kurduğu barikatları yıkma pahasına kadınları kovalarken görüldü.

        Kimileri 6284 sayılı kanunun da şimdi tehlikede olduğunu düşünüyor.

        Öyle ya sonuçta bu yasa, yani Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun, sonuçta İstanbul Sözleşmesi'ne imza atmakla ilgili sorumluluğun sonucu olarak ortaya çıkmış bir uygulama yasası.

        2018 tarihli ve 9 sayılı Cumhurbaşkanı kararnamesi ile indiragandi usulü derdest edilip kapı önüne konulan bir İstanbul Sözleşmesi var.

        Şuraya kararnamelerle ne yapılıp ne yapılamayacağını belirten bir Anayasa maddesi bırakalım o halde.

        104. Maddede denmektedir ki, “Cumhurbaşkanı, yürütme yetkisine ilişkin konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarabilir. Anayasanın ikinci kısmının birinci ve ikinci bölümlerinde yer alan temel haklar, kişi hakları ve ödevleriyle dördüncü bölümde yer alan siyasi haklar ve ödevler Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenlenemez. Anayasada münhasıran kanunla düzenlenmesi öngörülen konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamaz. Kanunda açıkça düzenlenen konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamaz. Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile kanunlarda farklı hükümler bulunması halinde, kanun hükümleri uygulanır. Türkiye Büyük Millet Meclisinin aynı konuda kanun çıkarması durumunda, Cumhurbaşkanlığı kararnamesi hükümsüz hale gelir.”

        Kadının şiddete uğramama hakkı temelin de temeli bir hak olsa gerektir.

        6284 sayılı yasadan geri adım atmak demek "Kadınları öldürmeye karar verdik" demekten farksız olsa gerektir.

        Normalde böyle bir muhakeme bile yersiz olsa gerektir.

        Lakin "Olmaz demeyin valla her şey olur" ülkesinde yaşıyorsanız, güvercin tedirginliği ile her satırın her satır arasının üzerinde dolaşmak zorunda olduğunuzu da bilirsiniz.

        Hoş, enseyi karartma yanlısı da değilim.

        Anayasanın 10. maddesine 2004 yılında yapılan değişiklikle “Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür” hükmü AK Parti döneminde eklendi sonuçta. Hatta 2010 yılında “Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz” ibaresi entegre edilerek kanunun uygulanması sırasında yaşanabilecek olumsuzluklar engellenmek istenmişti.

        Bunlara güvenmek istiyorum.

        Kadına karşı şiddetle mücadele eylem planı şeklinde bir plan açıklanmış olması, kanaatkâr günler adına bir parça umut ışığı.

        Neden?

        Çünkü belli ki bu plan, bazı emniyet ve yargı çalışanlarının “Nasılsa İstanbul Sözleşmesi iptal edildi” diyerek kadınların ihbarlarını, koruma tedbiri taleplerini hafife alma eğilimi içine girme ihtimallerine karşı hazırlanıyor.

        Cumhurbaşkanı planın hedeflerini şöyle sıraladı: 1) Şiddetle mücadele mevzuatının gözden geçirilmesi ve etkin uygulanması 2) Kamu personeline eğitim verilmesi 3) Koruyucu ve önleyici hizmetlerin etkili kullanılması 4) Toplumsal farkındalığın arttırılması 5) Verilerin toplanarak analiz edilmesi.

        Ancak bu maddelerin altı ve içi, hangi referanslarla dolacak, bahsi geçen mevzuatın gözden geçirilmesi ve ‘etkin’ uygulama nasıl sağlanacak , ‘toplumsal farkındalık’ nasıl sağlanacak belli değil.

        Malum şu saatten sonra kimsenin "Kadınlar çiçektir onlara iyi davranın” gibi cümleleri çekecek hali yok.

        “Her kadın annedir ya da anne adayıdır, iyi muamele edin de iyi doğursunlar” mealinde kadını insan olduğu için değil ‘ doğurma işlevi’ nedeniyle koruyup kollamayı salık veren mantalitenin üzerine kova kova kusarız, kimsenin kuşkusu olmasın.

        Kadının anneliğine değer vermediğimiz için değil, anneliğin saygınlığına dil uzattığımız için hiç değil.

        İnsan, bir işleve indirgenemeyeceği için.

        İnsan, işlevden fazlası olduğu için.

        Ne hikmetse konu kadın olduğunda, erkekler her dönem kadını insanlığından soyarak ‘üreme’ye indirgedi.

        Kadınlar bu duruma itiraz ettiklerinde de "Siz erkekleşmişsiniz, sizin fıtratınız bozulmuş" hakaretine uğradılar.

        “TOPLUMSAL FARKINDALIK”: NEYE GÖRE, KİME GÖRE?

        İstanbul Sözleşmesi şiddetle mücadele konusunda şiddetin kaynaklarına da atıf yapması hasebiyle ama doğru ama yanlış ama eksik; öyle ya da böyle bir referans metindi.

        Bundan sonra ‘farkındalığın’ referansı ne olacak?

        Malum şiddet eylemi kağıt üstünde durduğu gibi tek başına değil. Çoğu zaman bazı değer yargılarının peşine takılı olarak geliyor.

        İş her zaman döner dolaşır, şiddet tamamen yersiz miymiş, yoksa kadın da hak etmiş mi sorusunda düğümlenir. Tamamen kabul edilemez şiddet ile makul görülebilir şiddet ayrımı zımnen alttan alta yürür.

        Siz hiç eşini öldürüp mahkemede "Kadınlığıma hakaret etti" diye savunma yapan bir kadın gördünüz mü?

        Ama tersini defalarca gördük geçmişte. Yüzlerce kez.

        İstanbul Sözleşmesi en azından eşini öldüren adamların “Erkekliğime küfretti hakim bey" savunmalarının çöpe atılmasını sağlamıştı.

        Şimdi, "Toplumsal cinsiyet yoktur, cinsiyet vardır" noktasına döndüğümüze göre ister misiniz, "Erkekliğime küfretti" deyip iki de gerdan kıran adamlar yeniden ceza indirimi almaya başlasın?

        İster misiniz beş yıl önce boşadığı kadını bıçaklamış bir adamı “Ama yani kadın da kalkmış başka biriyle flört etmeye kalkmış” diye savunan avukatlar ferah feza ceza indirimi alsın?

        Velhasılı işler şu an eskisinden çok daha zor.

        Çünkü kadın haklarının ve kadın statüsünün nereye kadar güçlendirileceği, eşitliğin nasıl anlaşılacağı ve kadınların insan olmaktan kaynaklanan haklarının ‘fıtratları’ ile çelişmesi halinde kanun koyucun ve yargının neyi referans alacağı iyiden iyiye belirsiz artık.

        Konunun ciddiyeti “İstanbul Sözleşmesi değilse, ne?” sorusunun çalışılmasını gerektirir.

        Ama sözleşmeden çıkılması için yürütülen sürecin niteliksizliği aradığımız ciddiyete ulaşamayacağımızın kanıtı.

        Bu kadar sorunun, ekonomik krizin, işin gücün arasında “Türk İslam modernleşmesi bağlamında fıtrat, mizaç, meşrep ve eğitimin cinsiyet rollerinin tanımına sağladığı katkılar ve engeller” konulu çalıştaylar yapılmasını beklemek de mümkün görünmüyor.

        Diğer Yazılar