Kulüp dizisi neden bu kadar çok sevildi?
50’li yıllar İstanbul, Pera.
Ana karakterlerimiz: 1) Kasten adam öldürme suçundan çok genç yaşta cezaevine girmiş ve şimdi afla çıkmış Mathilda. 2) Yahudi yetimhanesinde büyümüş, hayli sorunlu ve annesine (Mathilda) gayet korkunç davranan Raşel. 3) Kulüp İstanbul’un acımasız müdürü Çelebi. 4) Aynı kulübün ilerici patronu Orhan. 5) Kulübe çağ atlatacak bir şovu sahnelemek üzere canını dişine takan Selim. 6) Raşel'in gönül verdiği şoför İsmet.
Ve yan karakterler Tasula, Hacı, Bahtiyar, Fatma, Davit, Agop, Yanya…
‘Kulüp’ dizisi vaadettiği performansın üzerinde bir ilgi gördü.
Kendisi, 50’lerin ortasında İstiklal Caddesi'nde yer alan bir eğlence mekanı, Yahudi cemaati, diğer azınlıklar ve onların Türklerle ilişkileri ile genel anlamda Beyoğlu’nda gündelik hayat etrafında şekillenen yeni Netflix dizisi.
Görsel yönetmenliği ve ele aldığı ekalliyet meselesi ile göz dolduran, “Bir Başkadır” kadar olmasa da, insanda "Yaşasın Türk dizisi izleyebiliyormuşum" sevinci uyandıran bir yapım. Yönetmen Zeynep Günay Tan’ın ellerine sağlık.
Altı bölümlük ilk kısmın dört bölümünü izledim, beğendim, dizinin 1. kısmı başlaması gereken yerde bitmeseydi daha çok beğenirdim. Şimdi 2. kısım kim bilir ne zaman…
Neden beğendiğimi şu notlarla arzedeyim:
- Yerli dizi ama yersiz uzun değil. Sahneler sündürülmüyor, ağlayan yaylılar eşliğinde içimiz bayılmıyor, hareketi de bereketi de dozunda.
- Oyunculuklar, özellikle Fırat Tanış, Gökçe Bahadır, Salih Bademci çok başarılı. Fırat Tanış türü oyuncular için ‘versatile oyuncu’ deniliyor. Sahiden öyle, ‘Çelebi’ karakterinin zorluğunu; Yahudi'yi Şabat’a, Müslüman'ı Cuma’ya salmayan, acımasız ama içli ‘kötü’ müdür karakteri ancak böyle çok yönlü, her kalıba girebilen ve halden hale dönüşleri hiç batmayan kendi doğallığının içinde akan bir oyuncu tarafından canlandırabilirdi.
- Markiz Pastanesi başta olmak üzere 50’li yıllar İstiklal’i, Pera’sı ne kadar ışıltılı, zarif ve kendine hasmış. Şimdiki İstiklal, Tünel ve Pera ile karşılaştırınca durum sahiden üzdü.
-1955 eylül kabusuna giden atmosferde, ana karakterin dramının ebesi olan Varlık Vergisi ve Aşkale’de ölümüne çalıştırılan gayri müslimler alt başlığı, İnönü dönemi-Menderes dönemi müsabakası yapılmayacağının göstergesi. O ya da bu değil ‘öteki’ olmadan var olamayan bir ‘rejim’ var ve ‘iç düşman’ yaratmadan iktidarını sürdüremeyecek olan hükümetlerin imdadına yetişiyor. Mevzuunun özeti bu ve diziyi yapanlar bunu kavramış görünüyor.
- Gladyo provokasyonlarının bir muhiti ve orada yaşayan azınlıkları usul usul nasıl zehirlediğini mütehakkim çoğunluğu da nasıl havaya soktuğunu, gaddarlaştırdığını kesitler halinde verecek ve şimdilik sadece hazırlık faslını kotarmış gibi görünüyor. O hazırlık safhasında ağırlığın şarkıcı ve show insanı Selim karakterine verilmesi, Salih Bademci’nin performansı çok iyi olsa da beni biraz sıktı ama bakalım, ikinci kısım ola hayrola.
- Azınlıklar sorununa el atmak için bu kadar geç kalınınca haliyle gerçeğin tam fotoğrafı çekilemiyor. Daha doğrusu, gecikmişlik duygusu dezavantajlı gruba hafiften torpil geçme dürtüsünü körüklüyor. Anlıyorum. Ama belirtmeden geçmeyeceğim. Bir Yahudi ve bir Müslüman'ın evlenmesine karşı çıkma söz konusu olduğunda Yahudi cemaati de en az Türk tarafı kadar reddiyeci ve baskıcı bir tutum içine girer. Sadece Türkler böyle bakar/yaparmış gibi davranmak biraz haksızlık olmuş.
- Niko’nun ailesinin gayri müslim geçmişlerini inkar ederek ve esas kimliklerini gizleyerek yaşamayı seçmek zorunda kalmaları bahsi, göze sokulmayan hoş detaylarla beslenmiş. Örnek, ailenin evinde duvarlarda yer alan hat sanatı ile bezeli tablolar. Güzel detay.
- Anneler oğullarının hayatlarını, heveslerini, ‘modjo’larını nasıl sabote eder? Diye bir üst başlık var dizide. Selim annesinin kuliste sergilediği pasif agresif çıkış sonrası dağıldı. Orhan’ın sözlerinden de hayatı üzerinde bir anne sultası olduğunu anladık. Bu iki karakterin hayatlarındaki anne figürleri bu coğrafyadaki ataerkillik, anaerkinin seçimidir tezini kuvvetlendirecek türden.
- Dizinin ses mühendisliği müthiş. Dizi için yazılıp söylenmiş şarkılar harika, “Ben Kendimin Masalıyım” önümüzdeki aylarda her yerde çalınacak gibi görünüyor. Sefarad şarkıları daha da harika. Bizde Şehnaz’ın 90’larda söylediği ‘Sen Yağmur Ol Gel’ şarkısı meğer Sefarad şarkısıymış ve otantik olanın yanında leblebi çerezden halliceymiş. ‘Çingeneler Zamanı’nın “Edellezi”si ne ise ‘Kulüp’ fonunda sürekli duyduğumuz “Yo Era Ninya” da o… Seranad Bağcan’ın “Dört Mevsim”i efsane. Yasmin Levy şarkılarından bahsetmeye zaten gerek yok. Sezen Aksu’dan Harry Belafonte’ye, Fazıl Say’dan Göksel Baktagir’e uzanan yelpaze sayesinde müzik, bazen diyaloglar yerine konuşuyor, bazen senaryonun eksiğini gediğini kapatıyor. Her şey bittiğinde Kulüp’ün hüznünü hüznü Yo Era Ninya, neşesini ise ‘Ben Kendimin Masalıyım’ temsil edecek.
- Övmeye geldik ama azıcık da sövelim. Beğenmediğim kısımlar da var: Asude Kelebek her ne kadar bir ‘Amelie’ tatlişkoluğunda olsa da, Raşel karakteri aşırı antipatik. 50’li yıllar atmosferinin yetimhanede büyüyen genç bir gayri müslim kıza bu kadar şımarık ve hatta 2021 tikisi gibi davranma cesareti vereceğini sanmıyoruz. Dizinin başından sonuna kadar “Gerçek değil bu kız” diyerek izliyoruz.
- Fıstık İsmet’in ‘baba sorunu’ biraz artistik. Yapay. Lakin genel olarak zaten bu karakter yapay.
- Bir yerde, bir ‘umarsız’ kelimesi duydum. 50’li yıllarda bu kelime kullanılsaydı eğer, emin olun hiç değilse doğru anlamıyla kullanılırdı.
- Vitrinlerde televizyon var. Oysa televizyon Türkiye’nin hayatına 60’ların sonunda girdi. Oysa dizi 1955 yılından az önceki bir dönemi anlatıyor diye biliyoruz, bu durum biraz kafa karıştırıcı.
- Hülasa, “Too little, too late” ama olsun. Umarım bu dizi film, aynı konuyu çok daha cesur biçimde, daha dolu diyaloglarla ama ne olursa olsun ‘objektif’ bir bakış açısından sapmadan ele alacak başka yapımlara da cesaret verir.