Çanakkale köprüsüyle yeniden gündeme gelen tartışma: Değerli bir miras mı, ertelenmiş borç yükü mü?
Çanakkale köprüsü, Çanakkale zaferinin 107. yıl dönümünde açıldı.
Sevindik mi? Evet. Ülkenin kazandığı ve gelecek nesillere eser olarak kalacak, işlevi tartışılamayacak bir önem arz ediyor bu köprü.
Pek çok açıdan ilklerin köprüsü ayrıca. 334 metreye ulaşan kule yüksekliği ile dünyanın en yüksek kulelerine sahip ilk asma köprüsü mesela.
Çanakkale’nin coğrafi konumunun elverişliliği, tüm Marmara Bölgesi'nin sanayii için arz ettiği önemle beraber değerlendirildiğinde, bu köprüyle ilgili bir gereksinim olduğunu gösteriyordu.
Kamuoyunda 45 dakikalık dense de, kullananların 25 dakika sürdüğüne yemin ettiği feribot yolunu epey kısaltan ve 6 dakikaya indiren alternatif bir ulaşım zemini sağlanmış oldu.
Hem de nesiller boyu sürmedi yapımı. Hızlı oldu.
Normalde, ‘gerekli miydi gereksiz miydi’ tartışması da yaşanmazdı. Çünkü tecrübeler gösteriyor ki yapıldığı anda ‘lüks’ görünse bile biliyoruz ki bu tür yatırımların çok değil bir on yıl sonra kıymeti artıyor, asıl önemleri zamanla açığa çıkıyor.
Her siyasetçi arkasında eser bırakmak ister. Bu bağlamda Çanakkale köprüsünün gelecek nesillere Erdoğan ismiyle beraber intikal edeceğine kuşku yok. Ancak gelen itirazların hepsinin nedeni bu değil.
Yani insanlar sırf Erdoğan’a karşı oldukları için bu köprüyle ilgili olumsuz ya da buruk bir ‘vibe’ veriyorlar demek doğru olmaz.
İdeolojik nedenlerle karşı olanları ya da ideolojik nedenlerle övenleri konu dışı bırakıyorum. On gündür Çanakkale köprüsü ile ilgili insanlara soru soruyorum ve şunu görüyorum, insanlar heyecanlı bir karşılık vermiyor.
Beş yıl önce böyle olmazdı.
Nedeni belli.
İnsanlar mevcut hayat şartlarının zorluğundan dolayı, ülkenin geleceğine yapılan yatırımları fuzuli görmeye başladılar.
Bugünü atlatmak için o kadar efor sarf ediyorlar ki, kendilerine “Ama bakın gelecekte çok faydalı olacak hem kâra geçecek hem vakitten tasarruf sağlayacak” deseniz de olumlu ya da anlamlı bir karşılık alamıyorsunuz.
18 Mart’tan beri soruyorum. “200 TL sizce uygun bir rakam mı?” Ya da “200 TL sizce pahalı bir geçiş ücreti mi?”
Kimse uygun bir ücret demedi şimdiye kadar.
Miting alanında “Sizce pahalı mı?” Sorusuna “Haaayııır” diye cevaplayanların ise bu cevabı o alanda dağıtılan gıda paketleri karşılığında verdikleri kanısı yaygın.
Malum, feribot seferlerinde 'günübirlik' yani çift yönlü otomobil geçiş ücretleri Çanakkale-Kilitbahir: 95 TL, Çanakkale-Eceabat: 107 TL, Gelibolu-Lapseki: 107 TL şeklinde. Çanakkale köprüsünü kullanacak kişiler ise tek yönlü 200 TL ödeyecek.
Sürekli yenilenen zamlar karşısında giderek daha kırılgan hale gelen ve akaryakıt zamlanmadan akşamdan kuyruğa giren insanlar verilen hizmeti kolaylıkla satın alabilecek durumda değil. Ve bu başka bir huzursuzluğa yol açıyor. “Geçsek de geçmesek de bizim kesemizden çıkıyor” duygusu özellikle büyükşehirlerde yaşayan insanlar tarafından satın alınmış görünüyor.
GELECEK NESİLLERE KALACAK BİR MİRAS MI, GELECEK NESİLLERİN OMZUNA YÜKLENEN BORÇ MU?
Yani mesele Çanakkale köprüsü değil, AK Parti iktidarı boyunca yapılan kamu özel işbirliği projelerinin çoğu ile ilgili bir erişim sorunu yaşanması ve bu projelerin millete yüklediği maliyet ile ilgili bir ‘rıza’ sorunu.
Çanakkale'nin iki yakası arasında feribotla geçen araç sayısı günlük 12 bin 431. Ama Çanakkale Köprüsü için verilen taahhüt 45 bin. Bu yolcu garantisinin dolma ihtimali düşük. Gelecekte olabilir ama önümüzdeki birkaç yıl için garanti edilen yolcu sayısının dolması zor. ‘Aradaki fark’ devlet hazinesi tarafından işletmeci firmaya ödenecek.
Bilindiği gibi hizmetlerin Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) projeleri yerine bütçeden karşılanmasının gerektiğini iddia edenler de var. Bütçe dışına çıkarılmış bir borçlanma olduğu için KÖİ demek abartılı maliyet demek şişirilmiş fiyatlar demek.
KÖİ projelerinin bütçeden karşılanmamasının bugün yüklenilmesi gereken yükleri bir sonraki nesle devretmekte olduğunu söylüyorlar.
Bir diğer eleştiri de Kamu Özel İşbirliği projelerinin neredeyse tümünün ülkenin satın alma gücü yüksek Marmara ve kuzey Ege bölgesinde yoğunlaşması. Türkiye'nin doğusu ve batısı arasındaki eşitsizliğin bu yolla artması.
Ancak en temel ve önemli eleştiri noktası riskin adil paylaşılmaması. Kamunun neredeyse her türden yükü almasına karşılık özel işletmenin sadece 'faydalanan' taraf olması. Bu projeleri ortaya çıkaran sözleşmelerin koşullarının şeffaf olmaması.
RİSK ADİL PAYLAŞILMIYOR
“Şeffaf” kelimesi önemli.
Çünkü bütçe dışına çıkarılan bir borçlanma yöntemi söz konusu olduğu için KÖİ projeleri kaynaklı yapılan harcamalar kamu finansal tablolarında görünmüyor.
Sözleşme koşullarının ticari sır kapsamına alınması denetimsizliğe ve disiplinsizliğe yol açabiliyor; normal şartlarda görevlerinden biri de icraatı denetlemek olan meclis, dolayısıyla halk saf dışı bırakılmış oluyor.
Oysa aynı halk, projelerin maliyetini vergileriyle karşılayan ana kaynak. Ödeyen ama hesap soramayan.
Döviz üzerinden yapılan sözleşmelerde kurdan kaynaklı zarar ihtimaline karşı da risk kamuya ait.
O kadar ki “geliriniz hangi para cinsindense borçlanmanızın da o para cinsinden yapılması gerekir” şeklindeki temel finansal yaklaşım dahi devre dışı. Türkiye’de kamu da, vatandaş da genel olarak TL cinsinden gelir elde ederken birçok KÖİ projesinde döviz cinsinden ödeme yapılmakta.
Hatta ihaleyi alan firma yabancı bir firma ise kendi ülkesindeki enflasyona karşı da yine bizim devletimiz tarafından koruma altına alınmakta, enflasyon farkı ödeniyor, düşünün. Gözler sürekli ünlü beş holdingin aldığı ihalelere kilitli olduğu için buna kimse bakmıyor. Özünde bir risk paylaşım yöntemi olmasına rağmen risklerin nasıl ölçüldüğü ve değerlendirildiği belli değil, sözleşmenin koşulları denetime açık değil hem de aslında özel sektörün risk almadığı bir metot uygulanıyor.
Bu görkemli ve gelecekte fayda sağlaması muhtemel projelere duyulan ilginin solması daha doğrusu "Benim onayım alındı mı?" duygusunun giderek artması ve bahsettiğim ‘rıza sorunu’ noktasına da böyle geliyoruz.
KÖİ projeleri olmasın her şey bütçeden karşılansın demek de çözüm değil. Dünyanın pek çok yerinde uygulanan bir yöntemden bahsediyoruz. Hayır elbette olur ama bu yöntemden faydalanmanın kural değil istisna olması gerekir diye düşünüyorum. Yöntem pekala kullanılabilir ama sadece müteahhidin kazandığı garantili bir sistemle değil, şeffaf, sözleşmelerin her detayının bilindiği, ticari sır diye saklanmadığı, şişirilmiş değil adil bir fiyatla ve daha önemlisi kâra da zarara da ortak bir finansal yapıyla...