Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Suudi Arabistan’ın Türkiye başkonsolosluğunda suikasta uğrayan Cemal Kaşıkçı’nın Türkiye’de görülmekte olan davası ile ilgili gelişme, Cemal Kaşıkçı’nın katillerinden hesap sorulacağına inananları hayal kırıklığına uğrattı.

        Hatırlanacağı gibi, The Washington Post gazetesinde yazan ve Trump yönetimini de eleştiren Kaşıkçı, özellikle Prens Salman’a yönelik muhalefetiyle tanınan bir gazeteciydi.

        En son 2 Ekim 2018'de İstanbul'da Suudi Arabistan Başkonsolosluğu'na girerken sağ olarak görüldü.

        Konsolosluğa gitmesinin tek bir amacı vardı: Nişanlısı Hatice Cengiz ile evlenebilmek için gerekli resmi evrakları almak.

        Kaşıkçı’yı devletine güvenip evrak tedarik etmek için girdiği binada öldürdüler. Asitle eritip cesedi buharlaştırdılar. Dublör kullanıp dışarı saldılar ve “Kaşıkçı buradan sağ çıktı” izlenimi vermeye çalıştılar.

        Ama ses kaydı vardı ve Kaşıkçı’nın başına o binada kötü şeyler geldiğini kanıtladı.

        Ölümünü saklamak mümkün olmayınca "Kendi aralarında itişmiş çocuklar" mealinde açıklamalar yaptı Suud yetkilileri.

        Kaşıkçı'yı ülkeye dönmeye ikna etmek için gönderilen görevli ekibin onu "kendi başlarına hareket ederek" öldürdükleri ileri sürüldü sonra.

        Tabii bu yalan da patladı.

        Türkiye, Kaşıkçı’ya işkence yapan ve katledenlerin hesap vermesi için mücadele verdi bir dönem. Ancak Trump, Muhammed Bin Salman’la ‘ticaret’ yapmaktan memnundu. Kaşıkçı’yı ‘cihatçı’ ilan etmeye, Muhammed Bin Salman’ı korumaya çalıştı. Hakeza Fransa’nın Macron’u da öyle…

        Ancak medyaya sızdırılan CIA istihbarat raporu suikastın Muhammed Bin Salman’la alakasını gayet net bir biçimde ortaya koyuyordu.

        Birleşmiş Milletler’in görevlendirdiği Agnès Callamard konuyu araştırdı ve Kaşıkçı'nın "önceden ayrıntılarıyla planlanmış bir cinayete kurban gittiği" sonucuna vardı.

        Riyad'daki bir Ceza Mahkemesi cinayetin işlenmesinde doğrudan rolü olmakla suçlanan beş kişiyi ölüm cezasına çarptırdı ancak cezalar daha sonra 20'şer yıl hapis cezasına çevrildi. Yıl 2019’du.

        Trump seçimi kaybedip Biden görevi devraldığında ise Beyaz Saray’a bağlı Ulusal İstihbarat Direktörlüğü raporunda adı geçen 76 isme giriş yasağı kondu, malvarlıkları donduruldu. Muhammed Bin Salman hariç.

        Gün oldu, devran döndü -ama epey hızlı döndü- Suudi Arabistan’la normalleşme sırası Türkiye’ye geldi.

        Pek hazin oldu sonuç.

        İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen davanın 31 Mart'ta yapılan duruşmasında, savcı yargılamanın durmasını ve dosyanın Suudi Arabistan makamlarına devrini talep etti. Adalet Bakanı da olumlu görüş beyan etti ve dosya Suudi Arabistan’ın yolunu tuttu.

        YENİ TÜRKİYE’NİN YENİ SİVİL DAVRANIŞI: DEVLETİN UZANTISI GİBİ DAVRANMAK

        Cemal Kaşıkçı’nın nişanlısı Hatice Cengiz’in avukatı Adalet Bakanı’nın dosyanın devrine verdiği olumlu görüşün iptali talepli dava açtı ve gerekçe olarak şunu ifade etti: “Adalet Bakanlığı'nın kararı, kanuna aykırıdır. Suudi Arabistan'da bir kovuşturma bulunmamaktadır. Kovuşturma orada tamamlanmış ve sanıklar hakkında beraat kararı verilmiştir. Beraat kararı verilen sanıklar hakkında Türk mahkemelerinin yargılamaya devam etmesi açıktır. Gönderilirse, kanuna aykırı bir işlem yapılır. Açılmış bir dava da var. İdare mahkemesi tarafından verilecek yürütmeyi durdurma sonrası farklı bir resim çıkacaktır.”

        Ancak mesele hukuki olmaktan çok siyasi. Yine.

        Devletler zaman zaman hukukun üstünlüğünü korur, zaman zaman da çıkarların üstünlüğünü garanti altına alacak siyasetler üretirler. İnsan hakları, yaşam hakkının savunulması için verilen mücadeleler diye çıkılan yollar bir bakmışsınız, aaa, fiyatı yükseltme yoluymuş.

        Kaşıkçı davasının Suudi Arabistan’a devrinin fiyatının ne olduğunu henüz bilmiyoruz.

        Ama şunu görüyoruz: Devlet ülkenin içinde bulunduğu mali sorunlar nedeniyle egemenlik haklarını esneten bir tasarrufta bulundu. Yine.

        Devlet kafası bu olduğu için sivillerin denetiminden azade, şeffaf olmayan, hesap vermeyen ve dokunulmazlık zırhı yüzünden verdiği hukuka uygun olmayan kararlara itiraz edilemeyen, edilse de sonuç alınamayan bir yönetim biçimi tehlikelidir, sadece toplum için değil kendisi için bile tehlikelidir diye yazıp duruyoruz.

        Ama daha üzücü olan ne biliyor musunuz?

        Sivillerin de kendisini devletin aldığı tavırlardan ayıramaması.

        Kimse o hadi devlet, peki bana ne oluyor diye sormuyor.

        Cemal Kaşıkçı öldüğünde, Hatice Cengiz ve Kaşıkçı’yı tanıyanlar sevenler dertlerinde boğulurken onların yanlarına gelip poz verenler, Kaşıkçı için belgeseller çekip kitaplar yazanlar, o günlerde Suudi Arabistan’a haddini bildirmek ve Kaşıkçı’nın kanını yerde komamak adına onca alayişli gösteri sergileyenlerin hepsi 7 Nisan’dan beri sessiz, arazi oldular.

        Turan Kışlakçı dışında tek bir kişi ne kadar hüzünlendiğini yazmadı ve “Bu dava karşılığında ne alındı?(…) Bundan sonra ne olacak? Medyada adları tek tek yazılan ve resimleri boy boy verilen katiller cezasız mı kalacak? Bizim hakimler davayı tevdi ettikleri Suud’daki yargıyı takip edebilecekler mi? Bu olayda hedef Türkiye değil miydi? (…)” cümlelerini kurmadı.

        Sebebi korku falan da değil.

        Sebep bu ülkenin entelijensiyasında aydınında sivil olmaya dair bir mefhumun, bir hassasiyetin kalmaması.

        Herkes kendisini devletin stratejisti, bürokratı, güvenlikçisi, Cumhurbaşkanının potansiyel danışmanı filan zannediyor.

        Bu keloğlan hayalleri de, içinden bolca trajedi geçen bir davaya sivil olarak bakmaya ve hak ettiği insani ilgiyi göstermeye imkan vermiyor.

        Devletler her zaman pragmatist tavırlar alır, U dönüşleri yaparlar. Bizim devletimizin pragmatizmi ise ortalamanın çok üzerinde.

        Sivillerimizin durumu ise devletinkinden bile kötü.

        Eski İslamcılarımızın hali ise ortalama bir sivilinkinden de kötü.

        İktidara yakın olanları artık sadece devlete inanıyor, medyada olanları göze girmekle ilgileniyor, bütün bunlara uzak olanlar ise nasıl tebâ olunur konusunu pratik ediyor.

        Ve belli oluyor ki, dört yıl önce Kaşıkçı meselesiyle ilgilenmelerinin tek nedeni varmış: Erdoğan’ın ilgilenmesi.

        Kendilerine özgün bir gündemleri, ajandaları yok. Muktedir neyi severse onu seviyor, neyi sevmezse onu sevmiyor, hangi konudan etkilenirse etkileniyor, hangi konu ona artık yük olursa bu topluluğa da yük oluyor.

        Bu tür ve ahval ve şeraitte evrensel hukuk normlarının korunması, ancak muktedir için ‘işlevsel’ bir paket içermesine bağlı.

        Böyle bir ahval ve şeraitte Cemal Kaşıkçı gibi tanınmış birinin yaşam hakkının ihlal edenler hesap vermekten kurtulabiliyorsa, sıradan birinin hukuk güvenliği var mıdır, olabilir mi?

        Benim okurum sorunun cevabını çoktan verdi.

        Hatice Cengiz'in mektubu

        Hatice Cengiz'in mektubu
        0:00 / 0:00

        Cemal Kaşıkçı’nın hunharca öldürülmesi ve sonrasında yaşanan gelişmelerde en çok danışılan kişiydi. Kaşıkçı’yı sağ olarak gören son kişiydi. Onun hikayesine tanıktı, dahası Kaşıkçı’yı seviyordu, onunla hayatını birleştirmek üzereydi. Bu nedenlerle süreci anlamak isteyenler, ‘yanınızdayız’ mesajı vermek isteyenler, fotoğraf çektirmek, röportaj almak, poz vermek isteyenler soluğu onun yanında alıyordu. O süreçte medyayı Hatice Cengiz’in açıklamaları domine ediyordu.

        Ama davayı devreden kararın açıklandığı gün, tam tersi oldu.

        7 Nisan 2022 günü Hatice Cengiz beni çok etkileyen iki tweet attı.

        “Madem ülke adına doğru bir karar alındı neden haberini yapmıyorsunuz? Neden hiçbir tv kanalında haber olarak verilmedi. Haberi ulusal tv kanallarının muhabirleri yaptı. Bu kadar olmaz..!!”

        “Ülkemizdeki son iki senedeki hukuki süreçten adalet adına sadece ben değil tüm dünya beklenti içinde idi. Bende dahil herkes hayal kırıklığına uğradı.İşin ilginç yanı bugün beni tr deki hiç bir medya kanalı aramadı haber için. Arayanlar muhalif kanallar ya da internet siteleriydi”

        Sadece kalben değil zihnen de kırılmış, düşünen acı çeken bir insanın sitemini içeriyordu bu tweetler.

        Köşemde kendisine yer vermek istediğimi, eğer kendisi de sesini ve sözünü duyurmak istiyorsa, bana yazmasını ileten bir mesaj gönderim.

        Teşekkür ederek aşağıdaki mektubu gönderdi.

        Sizlerle paylaşıyorum.

        ***

        "Bugün Ortadoğu’da yaşanan sorunların en temel sebebi yıllardır baskı altında ve itilerek yaşayan halkların ifade özgürlüğü arayışına bağlı olarak gelişen daha fazla demokrasi motivasyonudur.

        Bu gerçek karşımıza son on senede fiili olarak savaşlarla çıktı, çünkü Ortadoğu’da demokrasi olmadığı için, insanlar ancak ayaklanarak isteklerini aktarabiliyor.

        Bu anlamda 2010 yılında başlayan ayaklanmalar birçok Arap aydını ve düşünürü için değişim fırsatlarını da taşıyordu. Halklar birbiri ardına ayaklanmıştı. Yıllardır süregiden dikta rejimlerden dolayı bir negatif enerji birikmişti buralarda. Süreç daha fazla ifade özgürlüğü getirebilirdi, getirmeliydi de.

        Cemal de işte bunun entelektüel, aydın versiyonu olarak yapabileceği en iyi tepkiyi ülkesinden ayrılmakla yaptı. Zira orada artık istenmeyen biri olmuştu duruşundan dolayı.

        Ülkesinden çıkarken amacı sesini hem ülkesine hem de dünyaya duyurmaktı.

        Değişimin öncüsü ancak o ülkelerin düşünürleri ve entelektüelleri ile olabilir. Cemal bu nedenle ilerlemiş yaşına rağmen hayatının kalan kısmını gurbette geçirmeyi göze alarak zorlu bir yola çıktı. Onun kendisi, cesedi ve ruhu kadar davası ve uğrunda feda ettikleri de çok önemli. O nedenle onun için adalet arayışı daha derin anlamlar içeriyor benim için. Bugün Ortadoğu’da özellikle körfezin zengin monarşilerinde böyle bir cesareti gösterebilecek onun seviyesinde biri yok. Sonuçtan da geriye bakarak gitsek, baştan da sonuca gitsek ülkesi ve coğrafyası için özgürlük mücadelesini vermeye kararlı birinin böyle bir ölümle cezalandırılması otoritenin maddi güçle buluştuğunda neler yapabileceğini bize göstermesi açısından çok çarpıcıydı.

        Buna verilmesi gereken cevap tüm dünyanın ayağa kalkması olmalıydı. Batının maddi çıkar ilişkilerine endeksli siyasi adımları aslında bilinen ama görülmeyen maskeleri ifşa etti. Türkiye hariç hiçbir ülke elini bu suçun cezalandırılması için taşın altına koymadı. Ancak son kertede Türkiye de reel politiğe teslim oldu. Bu teslim oluş Türkiye’nin de diğerleriyle aynı saiklere sarılmasından başka bir şey değil.

        Benim açımdan mesele kişisel olduğu kadar ilkesel bir yön barındırıyor.

        Ben çok erken yaşlarda Arapça öğrendim ve bu coğrafyalarda kaldım ve sorunlarına şahit oldum uzun yıllar boyunca.

        Dahası anladım da bu insanları.

        O nedenle ben de aynı değerleri savunuyorum Cemal gibi. Bu insanların da daha iyi bir hayat yaşamak için özgürlük ve demokrasi gibi değerlere ihtiyaçları var.

        Onurlu yaşamak bu insanların da hakkı.

        Diğer taraftan, Türkiye Suudi Arabistan’dan hesap sormayacak diye Cemal’in hakkı unutulacak değil. Adalet arayışı, hem de böylesine manidar bir duruşu olan kişinin adalet arayışı hesapsız kalmayacak.

        ABD de dava var. Dawn (Arap dünyası için demokrasi) vakfıyla beraber taraf olduğumuz davamız sürüyor. Bu davadan iyi neticeler geleceğini umuyoruz. Oradaki davamız doğrudan veliahta ve diğer katil timine açılmış dava. Ceza davası devletlerin açabileceği bir dava olduğu için biz ancak tazminat davası açabildik orada.

        Vazgeçenler vazgeçsinler.

        Ben hala aynı yerde olmaya devam edeceğim.

        İnsan hakları mahkemesi ve Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu yahut hangi ülkede bu konu ile ilgili yapılacak ne varsa, hukuki zeminde onun takibinde olmaya devam edeceğim.

        Bazen sürecin kendisi sonuçlardan kıymetli olabilir, eğer inandığınız bir değer için çabalıyorsanız.

        Hele bu değer kendini asla savunamayacak ve hakkı yenmiş biri için ise.

        İlk duruşma salonunda hakimin talebini duyunca aklıma Mavi Marmara davasında olanlar geldi.

        Orada da İsrail ile Türkiye anlaşma yoluna gitmişti. Ama o konuda çok önemli siyasi ve ahlaki kazanımlar vardı bir açıdan bakınca. İsrail Türkiye’den işlediği suça karşılık özür diledi. Bu Türkiye adına müthiş bir kazanımdı. İsrail gibi bir ülkeden özür diletti, diploması kanalları kullanarak.

        İsrail zaten kuruluşundan beri sayısız Filistinliyi öldürmeye devam ediyor. Özür dilemeyi kabul etti, istemeyerek bile olsa ilişkilerin yeniden diplomatik seviyede devamı için bunu yaptılar.

        Şimdi siz kendi ülkenizde bir kişinin vahşice katlini deşifre ettiniz.

        Peki ya sonra?

        Sonrası tam bir hayal kırıklığı.

        Ülkeler anlaşır, hiçbir husumet ilelebet devam etmez.

        Anlaşırsın, ama bununda bir etiği olur, olmalı..."

        Diğer Yazılar