Konser iptallerindeki gizli özne: Güruhun iktidarı
Son iki haftadır yaşanan konser yasakları dikkat çekici ve son derece tehlikeli bir eğilime işaret ediyor.
Furya, Derince Belediyesi’nin 20 Mayıs’ta yapılması planlanan Aynur Doğan konserini son anda iptal etmesiyle başladı. Ardından Muş Valiliği Metin-Kemal Kahraman kardeşlerin 17 Mayıs’ta yapacakları konseri yasakladı. Üçüncü yasak Bitlis Eren Üniversitesi’nde düzenlenen Bahar Şenliği programında Kürtçe şarkılar seslendirecek olan Stêrka Karwan müzik grubuna geldi, grubun konseri iptal edildi. Dördüncü yasak yine AK Partili olan Pendik Belediyesi'nden geldi, Kazım Koyuncu’nun kardeşi müzisyen Niyazi Koyuncu’nun konserini iptal eden belediyenin gerekçesi, “müzisyenin kurumun görüş ve değerlerini paylaşmaması” olarak gösterildi.
Devamı vardı.
Karadeniz müziğinin önemli ismi Apolas Lermi, Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ’ın hedef göstermeleri sonrası sosyal medya lincine maruz kaldı ve tahmin edin ne oldu, bildiniz. 29 Mayıs’ta Denizli’de vereceği konser Pamukkale Belediyesi tarafından, 11 Haziran’da Bostancı’daki konseri de organizasyon tarafından iptal edildi. Lermi, Türkiye aleyhine konuşan başka bir Rum sanatçıyla sahne almaktan dolayı hedef gösterildi ama Lermi, Rumca bilmediğini dolaştırılan videoda ne söylendiğini anlamadığı için sahneyi paylaştığını ifade etmeye çalıştı ama acaba kaç kişi duydu?
Derken Mem Ararat'ın vereceği konserin de iptal edildiğini öğrendik. Başka bir yasak haberi de ODTÜ’den geldi sonra. Uluslararası Gençlik Topluluğunun organize ettiği konserlerin tamamı iptal edilmişti.
KORKU İKLİMİ O İKLİMİ YARATANLARI DA KORKUTMAYA BAŞLADI
İşler o noktaya geldi ki, iktidarın tek sahibi gibi görünen AK Parti’nin neo ittihatçılıkla yaptığı uzlaşma, bugünkü haliyle on yıl önceki hali arasında tarifi imkansız bir çelişki yaratıyor.
Hükümet bir insan olsaydı önce alzeihmer mi oldu diye bakılır, sonra acaba anne babada şizofreni var mıydı diye sorulurdu.
Çünkü AK Parti 2009-2015 yılları arasında barış sürecini yürütmüş bir parti ve o süreçte Öcalan’ın posterlerinin asılı olduğu mekanlarda bulunmuş konuşmalar yapmış bazı kişiler halen Beştepe’de görev yapıyor. Böyle bir partinin iktidarda olduğu en azından iktidar ortağı olduğu- bir dönemde Aynur Doğan’ın “bundan yıllar önce Öcalan posterlerinin olduğu yerde konser verdiği” gerekçesiyle bu kadar çok engele toslaması insanı merhamete sevk edecek kadar dramatik bir çelişki.
Birbiri ardına gelen yasaklamaların her birine bir bahane uydurmaya çalışan yetkililerin açıklamaları ikna edici olmaktan uzak. Çünkü tek bir sebep var ve onu da itiraf etmek zor. O sebep ülkenin içinde olduğu korku ikliminden başkası değil.
Herkes korkuyor ama farklı bir nedenden dolayı…
Görevlerini yapmak için sadece milliyetçiliklerini ispat etmeleri yeterli görülen adamlar, beka meselesi üzerinden öyle bir korku iklimi yarattılar ki, iklimden etkilenen/iklimi kullanmak isteyen kalabalıkların ‘korkmuyormuş gibi’ yapmak için sergiledikleri ihbar ve tehditler, dönüp kendilerini vurabilir, koltuklarını altlarından çekebilir.
Bahsettiğimiz konuda mesela, sadece konser iptallerini gerçekleştiren talimatların altındaki imzaya bakarsanız, oklar sadece yerel ve merkezi idareyi işaret eder. Ancak yerel otoriteleri ‘korkutan’ ve böyle bir karar almaya sevk eden tetikleyiciler arasında sosyal medyada üretilen ihbar kültürünü de dikkate alırsanız okların birden fazla yeri gösterdiğini de görürsünüz.
SOSYAL MEDYA, “GÜRUHUN İKTİDARI” VE OKLOKRASİ
Bir yanıyla ifade hürriyetinin geride kalan son özgür mecrası olan sosyal medya, ifade özgürlüğünü başkalarının ifade özgürlüğünü kısıtlamak için kullanmak isteyen kalabalıklar nedeniyle hayatı daraltan, yasakçı tutumları teşvik eden; gücünü ve meşruiyetini kanunlardan almayan bir yargıca dönüşüyor. Kendisi muhayyel ama ürettiği sonuçlar gerçek.
Litertürde bu durumun bir adı da var: Oklokrasi. Fransızca ochlocratie veya İngilizcede ochlocracy sözcüklerinden alıntılanarak üretilmiş bir kavram. “Oχlokratía” eski Yunanca’da ‘kalabalık, güruh’ anlamına geliyor. Yani kavramın direkt anlamı, “kalabalıkların iktidarı” şeklindedir.
Jaques Rousseau’ya göre demokrasinin yozlaşmış halidir.
Daha doğrusu şöyle diyelim: Demokrasinin demokratik süreçlerde yapılan hayati hatalar eliyle yozlaştırılmış hali.
Kalabalıkların kendi dar ve basmakalıp siyasi görüşlerini ya da yaşam tarzlarını, anlayışlarını, hassasiyetlerini demokrasinin çoğunluğa verdiği referansı kullanarak kendileri gibi olmayanlara, kendileri gibi düşünmeyenlere ya da kendilerinden az bir farkla ayrılanlara dayatmalarını anlatan bir kavram.
Sosyal medyadaki ortam, bu kavrama giderek daha fazla ayna oluyor. Genci olgunu yaşlısı hatta hükümet taraftarı yahut muhalefet taraftarı fark etmiyor, belirli bir kalabalığı örgütleyebilenin borusu ötüyor. Kalabalıklar ise kahvehanelerde ya da meydanlarda değil sosyal medyada artık ve evet bazen kaldırdıkları toz sayesinde kelle de alabiliyorlar.
Tabii bu, o kadar kolay olmuyor, bir hilesi var...
ÜÇ İDEOLOJİK ‘ZONE’DAN BİRİNE DAHİLSENİZ KAN DÖKÜP HAKLI BİLE ÇIKABİLİRSİNİZ …
O hile şu. Türkiye’deki tabloda önemli bir ayrıntı var.
Demokrasiden, sivil hak ve özgürlüklerden yana oluşan bir hareketlilik yerel ya da merkezi idareciler, özerk olması gerekirken özerk olamayan kurumlar tarafından rahatlıkla göz ardı edilebilirken, Milliyetçiliğe, İslamcılığa ve Kemalizme atfedilebilecek referanslarla yürütülen linç kampanyaları alacaklının önüne günah keçisinin kellesinin atılması suretiyle bitiyor. En azından linççilerin iştahını kabartacak böyle bir potansiyel var.
Açalım: Misal, Osman Kavala’nın tahliyesi için dilediğiniz kadar kampanya yapın, hiçbir karşılığı olmuyor.
Çünkü Kavala liberal demokrat ve liberal demokratlık iktidar blokunda bırakın temsil edilmeyi sopayla kovalanan bir siyasal pozisyon ve bu nedenle Kavala'yı linç etmenin bir maliyeti yok.
Aynur Doğan'da ise durum tam tersi. Aynur Doğan'ı 'övmenin' bedeli olabilir ve linç etmenin maliyeti yok. Çünkü iktidar blokunda bu linci meşru gösterecek(!) en az bir ya da iki ideoloji var. Aynur Doğan hem Kürt hem kadın hem seküler. (Pardon üç ideoloji varmış.)
Bu türden zımni sahtekarlık sözleşmelerinin yetki ve makam sahipleri açısından istenmeyen cilveleri var yalnız.
Şöyle ki, kendisini Milliyetçilik, İslamcılık ve Kemalizm ideolojilerine ya bu ideolojilerden birinin ‘zone’una yaslayabilen her ‘güruh’ bir linç kampanyası düzenleyebilir ve o kampanya, iktidar bloku tarafından seçilmiş, atanmış, görevlendirilmiş olanların da koltuğunu sallayabilir.
Bu korku dolayısıyladır ki konser iptalleri furyaya dönüştü.
Yarın başka bir ‘hassasiyet’ ile başka bir furya oluşur. Birileri için yine kabus dolu günler gelir.
Mevcut sisteme güç veren şey, yani iktidar blokunun toplumun %80’ini temsil eden ideolojileri taşıyabiliyor olması ve tek bir kişiden oluşan yürütme organının dilediğini dilediği gibi görevden alıp hiçbir açıklama yapma, hesap verme yükü taşımaması, aynı zamanda sistemin en yumuşak karnı.
Çünkü bu şekilde iktidar blokunda temsil edilen klikler kendilerine bağlı güruhları harekete geçirebilir, rejim içi kavgalardan devleti yönetmeye fırsat kalmayabilir bu bir.
İki: ‘liyakat sahibi’ çalışan bulmak giderek zorlaşır ve her ne kadar "Bizde adam bol bulunur" düsturuyla hareket edilse de bir gün topluluğun önüne atılacak kelleler tükenebilir.
Üç: Sürdürülebilir değil, adil değil, ilkeselliği sıfır, verimliliği sıfıra yakın, düzeyi sürekli aşağı çeken ve insanların hukuk güvenliğini hatta can güvenliğini az okuyan, az bilen, bilmediğini de bilmeyen ama sürekli yargı üreten, çabuk öfkelenen ama asla sorumluluk almayan kalabalıkların inisiyatifine terk eden bir mekanizma bu.
Kalabalıkların iyi yanlarını bastıran kötü yanlarını öne çıkaran bir sistem.
Nasıl ülke ama?