Laik Üstün'lükçüler döküp saçarken...
Üstün Dökmen çalışkan, mesleğinin parmakla gösterilen erbaplarından biri olarak biliniyor. Ama öyle biliniyor olması ayrımcılık alışkanlığıyla malul bir zihne sahip olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Zira geçtiğimiz günlerde programına çıktığı Armağan Çağlayan’ı bile şaşırtan ifadeler kullandı.
…Başörtülü psikolog ya da psikiyatr olamaz. Çünkü başörtülü psikolog/psikiyatr danışan ile empati kuramaz. Psikolog danışanda sempati ya da antipati uyandırmamalıdır, nötr olmalıdır. Başörtülü mimar olabilir, MEB izin verdiği için diyorum bakın öğretmen olabilir, hakim ve savcı, benim alanım değil karışamam ama psikolog olmaz, psikiyatr olmaz, PDR uzmanı olmaz, meslek etiğine aykırıdır. Buna itiraz eden troldür şöyledir böyledir…
Söyledikleri bu mealde.
Tutarlılığını ispat etmek için de ofisinde Atatürk resmi olmadığını ifade ediyor. Odaya bir resim asmak/asmamak ile bir kadının kimliğini, inancını mündemiç bir kıyafeti ofisin dışında bırakmasını salık vermek aynı şeymiş gibi.
Üstün Dökmen’in kullandığı cümleler üzerine bir iki gün bekledim. Bir türlü yazamadım.
Bilgisayar ekranı bana, ben ekrana; uzunca bir süre bakıştık.
Kendimizi bir kez daha savunmaya bir kez daha anlatmaya ve sürekli bunlara zorlanmaya takatim kalıp kalmadığını sordum kendime.
Başörtülü bir kadının farklılığının o terapi alanına getirilmiş engelli olma, obezlik ya da obez bir danışan karşısında fazla ‘fit’ olma, erkek danışan karşısında erkekler nedeniyle travma yaşamış bir kadın olma, kadın danışan karşısında kadınlarla ilişkilerinde travmatize olmuş bir erkek olma, bariz fiziksel deformasyona sahip olma ya da bariz fiziksel çekiciliğe sahip olma, kel olma ya da kel bir danışan karşısında fazla gür saça sahip olma, şehit babası ve fazlasıyla devletçi bir danışan karşısında Diyarbakırlı bir Kürt olma ve başörtüsü yüzünden yıllarca engellenmiş bir danışan karşısında “Bir Başkadır” dizisinin İslamofobik psikologu Peri kadar ‘taraf’ olma hallerinin içerdiği ‘farklıklardan’ bir ‘farkı’ olmadığını, tekrar ve tekrar yeniden anlatmaktan duyulan bıkkınlığın tarifsiz halsizliği vardı üzerimde.
Dökmen’e ağız dolusu laf yetiştirip iki dakika sonra "Kadının çalışması dinen caiz değildir" diyen hocaları ‘retweet’ edecek bıyıklı şürekasının sahtekarlığı da halsizliğime tüy dikti diyebiliriz.
Tanıdığım pek çok kadının bir bir başını açtığını hatırladım tam o anda.
Dökmen giiblerine karşı seçimlerini savunmaktan, yaptıkları seçimin işlerini yapmaya engel olmadığını açıklamaya çalışmaktan ‘yaşamaya’, şöyle bir salarak rahatça kendileri olmaya fırsat bulamayan nicelerini hatırladım.
Kanıt göstermeye, muhatabını ikna etmeye çalışarak ve üzerine bir de kendi mahallelerinin siyasi hırslarına tahvil edilmekle sınanmış yılların sonunda beliren ‘hiç’ olma arzusuyla, metropolün kalabalıklarında ‘no one’ olma özlemiyle, orta yaşında başını açıp kayıplara karışan, bizlerle de selamı sabahı keserek giden, eski hallerini hatırlatan her şeyi ve herkesi hayatından çıkaran kadınları hatırladım.
Yorgunluklarını, ilk kez anladığımı hissettim.
Öyle ya?
Kendisine ‘psikolog’ diyenlerin, danışandan kalbinin en gizli köşelerini açmasını talep eden mesleklerinin ‘default’ olarak bir bilgelik yekunu ile geldiğini/gelmesi gerektiğini varsayarsınız normalde.
Ama bu mesleğin hatırı sayılır erbabından biri bile ayrımcılıkla bu kadar akraba iken; ne kadar kaba ve eskimiş olduğunun idrakinde değil iken, kime neyi anlatacağız ve neden?
Hem de her defasında "Aman yine mi mağduriyet ayol" yaylarına gerilmiş sivri okları yemek pahasına.
“Yine mi yaylar gerildi, yine mi oklar?” korkusuna alışmaya, apansız açığa düşmemek için sadakları sürekli dolu tutarak geçen tedbirli ömürlere yeni günler yıllar eklenir mi dersiniz?
AK Parti'ye yıllarca oy vermiş ve 2023’te oy tercihini değiştirmeye azmetmiş pek çok başörtülü kadının kendilerine ve bana en çok sordukları soru bu.
Zira herkes biliyor sonuçta, Üstün Dökmen yalnız değil.
Dökmen’in "Alanım değil" diyerek kapsam dışında bıraktığı hakim, savcı, öğretmenlik gibi mesleklerin de ‘tarafsızlığa’ ve ‘nötr’lüğe duyduğu ‘ihtiyacı (!)’ çılgınca arzulayanlar vardı misal o gün.
HAVF VE RECA ARASINDA DİNDAR VE MUHALİF OLMAK
Dökmen gibi düşünüp fikrini ‘şimdilik’ yüksek sesle söylemeyen, söyleyenleri de bir ilkesellikten, bir özgürlükçü duruştan ötürü değil "Seçimden önce yapmayın şöyle şeyleri, seçim bir geçsin, iki yıl kadar sonra falan, başörtülü hakim vs. olmaz tabii, bakılır oralara tekrar…Ama şimdi susun”lar için kınayan bir kitle var.
Elbette teselli de var umut da.
Temel hak ve özgürlüklerin iktidar profiliyle beraber yıkıma uğramasının önüne geçilmesi gerektiğini düşünen pırıl pırıl insanlar var, onlarla tanışıyor ve pek çok konuda medenice konuşabiliyor olmaktan büyük haz alıyorum.
Sonra, en başta, altılı masa olası bir iktidar değişiminde sadece muhafazakarların da değil, demokratik hak ve özgürlüklere dair bütüncül bir teminat ve mutabakat niyetini temsil ediyor.
Sonra, Kemal Kılıçdaroğlu’nun helalleşme çıkışı ve 28 Şubat mağduru Sultan Kara’yı evinde ziyaret ettikten sonra yaptığı konuşma var. “Hatalar yaptık ve telaffi etmemiz lazım” demesi var. "Sistematik ve kalıcı bir çözüm lazım" ifadesiyle de, sorunun hala insanları müsterih kılacak ölçüde çözülmediğinin farkındalığını ortaya koymuştu.
Ancak kabul edelim ki, seçim yaklaştıkça muhafazakar dindar demokratları korku ve endişe saracak. Yanlış bir tercih yapma ve sonradan pişman olma korkusu olacak bu.
Çünkü maalesef, ara sıra tekrarlamak durumunda kaldığım gibi, laisist taban Kemal Bey’in geldiği yerde değil. İyi Parti tabanının da muhafazakar değerlere sahip kişilere saygı noktasında Meral Akşener ile aynı yerde olduğu söylenemez.
Muhalefeti yoğurup şekillendirmek gibi bir misyonları olduğunu vehmeden entelijensiyanın, anketlerde yüksek oy alacağı görülen kişiler cumhurbaşkanı adayı olsa da "Altılı masa devre dışı kalıverse" hayallerini ağızlarından akan suyu silmeye bile tenezzül etmeden savundukları YouTube videolarını da biliyoruz sonra.
Bütün bunlardan sonra, neden Erdoğan’ın en fazla desteğinin ve oyunun kadınlardan geldiği üzerine tekrar düşünelim.
Neden gelmesin?
Muhalefeti temsil ettiğini düşünen bir elitin daha iktidar bile olmadan AK Parti’nin ancak on -on beş yıllık bir iktidar döneminin sonunda sergilediği "Ben güçlüyüm ve ucu çivili bir sopam var" tavrını şimdiden takınmaları, sosyal medyada dini ve dindarlığı sürekli olarak ‘ahlaksızlık, yolsuzluk vs.’ Özdeşleştiren kaba saba güruhların diline karşı gür bir sesle ‘durun burası çıkmaz sokak! diyemeyen gazeteci ve kanaat önderlerinin durumu, Üstün Dökmen’lerin kendi şuursuz doğrularını ‘norm’ diye dayatmaya kalkması bu insanlara, gelecek için nasıl bir mesaj veriyor sizce?
DEVLETE HÜKÜMET OLANIN “HER ŞEYE” SAHİP OLDUĞU BİR ÜLKEDE…
Türkiye oldum olası hükümet olanın devletin her imkanına sahip olmaya çalıştığı; iktidar olanın borusunu öttürdüğü bir ülke.
Bunun değişmesini istiyor olmak ayrı, realitenin bu olduğunu görmek ayrı.
Bizimki gibi ülkelerde halk sadece mevcut iktidar profilini yapıp ettiği haksızlıklar, anti demokratik uygulamalar, hukusuzlıklar, bulaşılan yolsuzluklar, dağıtılan imar rantları, mutlu edilen rüşvet ve yağma takımı üzerinden cezalandırmak amacıyla oy vermiyor.
Aynı zamanda hükümeti ele geçiren pek çok şeyi ele geçireceği için, hangi taraf kendisini risk altında hissetmesine neden olmayacak ise o taraftan yana tercih yapıyor.
Bu durum cumhurbaşkanlığı hükümet modeli ile daha da şiddetlendi, artık seçimleri kazanan herşeyi ele geçiriyor.
AK Parti’ye, hatta bakın, Saadet Partisi’ne, Gelecek ve Deva Partilerine yakın olan muhafazakar ve dindar psikolog öğretmen hakim polis avukat kadınlar ya da bu türden kadınların anneleri, kardeşleri, yapacakları nihai seçim öncesinde karar verirken sadece “Kendimizi yeniden iş hayatının ve toplumun en kenarında, işsiz ve unutulmuş halde bulur muyuz?” sorusunu sormuyorlar.
“Başörtülü olmamız yeniden ‘tartışma konusu’ olmamıza neden olur mu? Yeniden ve sürekli olarak her girdiğimiz ortamda normun ne olduğunu ne olmadığını anlatan insanlara kendimizi savunmak zorunda kalır mıyız?” sorusunu da soruyorlar.
Cevabın "Evet galiba" olduğu yerde, "Peki bunu neden göze alalım?" sorusu kuyruğa giriyor.
Ekonomik sıkıntıların bir nebze olsa bile hafiflediği, hatta hafiflemese bile tünelin ucunda ışığın belirdiği bir ahvalde olacak olan "Madem öyle bunu göze almayalım" cevabından yana meyletmek olacaktır.
Altılı masa bugüne kadar bunu engelledi.
Masanın dağılmasını devrilmesini arzu eden sözde muhalifler mevzunun dindarlara ve muhafazakarlara dönüp “Ama bakın bu ülkede sadece senin hak ve özgürlüklerin yok ki, son yıllarda ne kadar çok insanın başına türlü türlü hal geldi, hukukun üstünlüğünü, adil, şeffaf ve hesap verebilen bir yönetim anlayışını, güçler ayrılığını yeniden tesis edebilmeyi, bunu herşeyin önüne koyacak bir profili iktidara getirmeyi öncelemek gerekiyor artık; lütfen sen de adil ol, vicdanlı ol, ona göre oy tercihi yap bi' zahmet” diyerek halledileceğini zannedecek kadar saçma bir paralel evrende yaşıyorlar.
Üstelik bu cümleyi onlardan değil kendi vicdanlarından işitip 'amenna' demiş olanları sürekli 'geçmiş AKP'lilikleri üzerinden sîgaya çekip suçlama sporunda kas büyütmek gibi hobileri de var.
Oysa "Bu ülkenin geleceği ve ihtiyaçları sadece dindarların hak ve özgürlük taleplerine indirgenemez" önermesini kağıt üzerine pek çok kişi benimsiyor olsa bile, sandık başında bu önermenin gereğini yerine getirecek olan sadece vicdanlı müslüman demokrat entelektüeller ve diğerkâmlığı varlık sebebi olarak gören sufîler olacaktır.
Pek kalabalık bir topluluk oldukları iddia edilemez.
Anlayana sivri sinek saz, ben resmini çizdim.