Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        1810 yılından beri İstiklal Caddesi’nde olan Lebon Pastanesi kapanıyor.

        Beyoğlu’nun tarihine yakından tanıklık etmiş bir mekan daha siliniyor.

        Lebon için son gün 29 Ekim’di.

        Umarım Kültür ve Turizm Bakanlığı, İBB ya da Beyoğlu Belediyesi son dakika çözümü için devreye girer ve mekanın makus talihini tersine çevirir.

        Umarım diyorum ama hiç sanmıyorum.

        *

        Sahibi Abdurrahman Cengiz Almanya’da işi gücü iyiyken gelip Lebon’u devralmış, 38 yıldır Lebon Pastanesi'ni ayakta tutmuş. Pandemi döneminde sokaktan tek kişinin geçmediği günlerde bile şu an olduğu kadar zorlanmamışlar.

        Cengiz, mülk sahibi ile yaşanan kira meselesindeki anlaşmazlık nedeniyle pastaneyi kapatma kararı almış.

        Elbette bu noktaya gelmeden önce başvurabileceği yerlerden yardım istemiş, Beyoğlu Belediyesi'ne de Kültür Bakanlığı'na da gitmiş, ama çözüm bulmak için herhangi bir gayret göstermemişler.

        Lebon’un gidişi, İstiklal Caddesi ve Beyoğlu’nun ne kadar kötü bir biçimde değiştiğini yüksek sesle bir kez daha haykırıyor.

        Sırada hangisi var şimdi? Hacı Bekir mi? Hacı Abdullah mı?

        İnsan “Acaba bu yıl eskiden sevdiğim hangi mekan yok olacak?” diye korkar mı?

        Onca korkulması gereken şeyin, belirsizliğin, gelecek kaygısının arasında bir de bu endişeyle baş etmeye çalışıyoruz artık.

        ÖNCE KİTABEVLERİ GİTTİ

        İstiklal Caddesi çok değil daha on beş yıl önce bir kültür merkeziydi.

        Nöbetçi eczane gibi sabaha kadar açık duran bir kitapçı bile vardı. Sinem Kitabevi. Gece yarısı aklınıza bir roman mı düştü, üşenme giyin git al.

        Şimdi yerinde, gayet manidar biçimde, Demirören AVM var.

        Ne çok kitabevi kapandı sahi.

        Pandora kapandı.

        Arkadaş kapandı.

        Simurg kapandı, Ana olarak açıldı, ama o da kapandı.

        Literatür Kitabevi kapandı.

        Robinson Crusoe Kitabevi başka bir yere taşınıp kendisini küçültmek durumunda kaldı.

        İstavrit kapandı.

        Sel Kitabevi kapandı.

        Can Yayınları'nın kendi kitaplarını sattığı yer kapandı, yatırımını büyüttü genişletti başka yayınevlerinin de kitaplarını satmak için büyük bir yer aldı ama o da yok oldu.

        Diyeceksiniz ki ne yapalım artık insanlar kitap okumuyor. Sahi neden okumuyor?

        SİNEMALAR, RESTAURANTLAR, CAFELER KAPANDI, MARKALAR KAÇTI

        Lebon bir başlangıç gibi değil. Bir son gibi. Belki o yüzden bardağa düşen son damla.

        İyi yemek yiyebileceğiniz bir sürü mekan vardı önceden İstiklal Caddesi'nde.

        Şimdi sadece burger, döner ve tantuni var.

        Tarihi önemi haiz, ‘şık’ lokantalardan ‘Rejans’ isim hakları yüzünden kapanıp yerine 1924 kurulduğunda rengi değişmişti işin.

        Tarihi İnci Pastanesi vardı, artık yok.

        Beyoğlu bir sinema mekanıydı, artık değil.

        Emek Sineması haraç mezat boşaltılıp yerine AVM yapılırken yapılan itirazlar haklıydı. Çünkü Beyoğlu’nda bile AVM dışı sinema izleme deneyimi kalmadı, bitiyor.

        Sinema dediğin sokağa açılır. Sokağa açılmalıdır.

        Bir film izledikten sonra AVM içine düşmek, doğduktan sonra leğene düşmek gibi.

        Vitrinden üzerime abanan çantalara, ayakkabılara bakmak istemiyorum o anda ben. İçeride edindiğim yeni bir ruh hali varsa eğer, o hali bir süre taşımak istiyorum.

        Lars Von Trier’in betimlemesiyle iyi bir film ayakkabı içine kaçmış taş gibidir çünkü. O taşı çıkarmak istemiyorum.

        Gelgelelim, kenti planlayanlar, soylulaştıran, soysuzlaştıran, satan ve kaymağını kiraya verenler için bunlar idrak-i gayri kâbil işler.

        Emek’in gidişi kapıdaki kilidin sökülmesi gibi oldu, gelen girdi, giren ezdi geçti İstiklal'i.

        Tarihi Alkazar Sineması gitti yerine Hope Alkazar diye bir şey geldi.

        Beyoğlu Beyoğlu Sineması pes etmek zorunda kaldı.

        Allah’tan hala Atlas var. Cine Majestik var.

        Sadece sinemalar değil ki.

        Arkadaş buluşması yarı resmi iş görüşmeleri için işlevsel olan mekanlar da gitti.

        The House Cafe’nin İstiklal ve Tünel şubeleri kapandı mesela.

        Asmalımescit Otto yok.

        Türklere Waffle sevdiren Charly Temmel 2017de kapanmıştı.

        Cafe Krepen, Bi' Buçuk kapandı.

        Lebi Derya kapandı.

        İstanbul'un en güzel sebzeli kişlerini yapan Zencefil artık yok.

        Bahçesi ve uygun fiyatları ile bir neslin hatıralarında önemli bir alan işgal eden Kumbaracı’daki Mihrimah Sultan Cafe bile yok oldu.

        Alışveriş yapmaya kalksanız, epeydir her şey caddenin yeni müdavimlerinin zevkine ve tarzına göre.

        Vakkorama gitti, Beyoğlu bitti sözü doğru değildi.

        Daha 2013’te Orka Holding’in başkanı Süleyman Orakçıoğlu İtalyan Gucci ve Fransız Louis Vuitton’un İstiklal Caddesi’nde yer aradığını müjdeliyordu.

        Oysa onları bırakın, Tommy Hilfiger, Columbia, Camper gibi markalar gitti, gideli epey oldu.

        Paşabahçe’nin de pılıyı pırtıyı toplayıp kaçmasının üzerinden epey zaman geçti.

        Çünkü İstiklal Caddesi artık yeni Laleli.

        Öğrencilerin de, orta sınıfın da gittiği bir yer olmaktan çıktı.

        AMAÇ SAHİDEN MUHİTİN DEĞERİNİ DÜŞÜRÜP GAYRİMENKULLERİ TOPLAMAK MIYDI?

        Bunları neden saydım?

        Bir muhite karakter ve nitelik katan kültür mekanları, tarihi restaurantlar ya da büyük markalar bir bir gittiğinde o muhitteki dönüşüm de hızlı ve kötücül bir şekilde gerçekleşiyor.

        Yani bu mekanlar yok oluyor da, yerlerine daha sağlıklı, daha estetik, insanın kültür ve anlam dünyasına hizmet eden bir şey yapılıyor da değil. Öyle olsa diyeceğiz ki, "Tamam bu daha güzel olmuş, hadi biz kendi duygusal bağlamımızı bir kenara bırakalım".

        Diyemiyoruz çünkü yerine gelen de ya türkü bar ya lahmacuncu ya elektronikçi nargileci ya da ne alırsan 1 TL dükkanı. Arka sokakları iyiden iyiye batakhane oldu.

        Mesele sahiden, muhitin değerini düşürmek ve gayrimenkullerin el değiştirmesini sağlamak mıydı bilmiyorum. Tabloya bakınca insan başka ne olabilir ki diyor.

        Mekana baktığında sadece rant görenler dünyasında biz zavallı insanların payına düşen ise İstanbul’da yaşamanın ve yaşlanmanın bir anlamsızlık denizinde kaybolmaya eşdeğer hale gelmesi.

        Ve biliyoruz ki, İstanbul’a bunu yapabilen taşraya daha rahat yapar. Doğaya çok daha hesapsızca ve sınır gözetmeden yapar. Yapıyorlar da. Örnek Salda gölü.

        MEKAN DEVAMLILIĞI ÖNEMLİDİR, BİZE VAKTİ SÖYLER

        Bir pazar günü böyle başınızı şişirdiğim için üzgünüm.

        Lebon haberi canımı çok sıktı. Üstelik tatlı, pasta, kek yiyebilen biri de değilim.

        Orada durmasını, önünden geçerken hala orada olduğunu görmeyi seviyordum.

        Çünkü mesele sadece Lebon değil.

        Mekan devamlılığının insanın kendisini ve vaktin neresinde olduğunu idrak ettirme yetisi var. Hafızamız olduğu müddetçe varız, hatıralarımız da bir şekilde hem insanlara hem mekanlara kayıtlı.

        Günün hangi diliminde ya da yılın hangi döneminde olduğunu anlamak için saat ve takvim yeterlidir.

        Ama vakit öyle bir kavram değil. Vakti kavramak daha oylumlu bir iş...

        Şimdi var olduğumuzu ama aslında birçok şeyin üzerinden çok zaman geçtiğini, yani vaktin azalmakta olduğunu fark etmek için, bazı sabitelerin olması gerekir.

        Bu yıllardır orada duran bir ağaç, yıllardır orada olan bir saat kulesi, bir tarihi sinema olabileceği gibi bazen bir pastanedir, bazen Arnavut kaldırımlı sokağın ucundaki cumbalı yeşil ev.

        Şehrin amansızca dönüşümü mekanları tek tek yok ettiğinde insanların mekanlara teyellediği hatıralar ve onlara yüklenen anlam da erozyona uğruyor.

        Devletiyle, büyükşehiri ile, ilçe belediyesi ile, şehircilik, kent tasarımı vs işlerini kotaranların bilmek istemediği, aslında hiç ama hiç umursamadığı, sormaya gerek görmedikleri şey bu.

        O zaman biz soralım: Kültür hizmeti denilen şey, meydanlarda avaz avaz pop müzik konseri verdirtmekle olup bitiyor mu sahi?

        Şehirlinin zaman mekan bütünlüğünü korumak, kentin hafızasını canlı tutmak kültür hizmetinin kapsama alanında değil mi?

        Yoksa bütün mesele popülizm mi?

        Alan memnun satan memnun ilişkisinin kurulamadığı, paraya dönüşemeyen ve havası basılıp tafrası atılamayan sofistike işler bize uzak mı artık?

        Aslında ülkenin kent tarihini ve kültürünü muhafaza etmeyle ilgili hikayesi tek bir cümleye sığıyor.

        Kapitalizmle lümpenliğin evliliğinden doğan çocuk hayırsızın teki çıktı.

        Diğer Yazılar