Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bildiğimiz anlamda yazılı basının geleceğine dair hepimizi karamsarlığa sürükleyecek iki haber geçtiğimiz günlerde arka arkaya geldi. Önce, New York şehrinin simgelerinden biri haline gelen Daily News gazetesinde akla hayale sığmayacak bir personel kıyımı yaşandı. Superman’in çalıştığı Daily Planet’in de ilham kaynağı olan New York Daily News artık neredeyse bir tabeladan ibaret. Bir zamanlar iki milyonu aşan tirajıyla neredeyse herkesin trende okuduğu, New York Times genel yayın yönetmeninin ilk baktığı gazete yeni çağa ayak uydurmak için dijitale yükleneceğini açıkladı.

        Okurlar elbette yas içinde, başka gazeteciler de. Ama hemen herkesin üzerinde uzlaştığı bir gerçek gazeteyi kimsenin çoktandır eline almadığı. Aslında son aylarda Trump’a karşı yaratıcı muhalif başlıklar atarak epey ses getirmişti NYDN ama birinci sayfaların pek çoğunu bayide değil sosyal medyada paylaşıldığında gördük. Bu gerçek bile tek başına patronların ticari kararının nedenini açıklıyor aslında.

        İkinci haber Condé Nast cephesinden geldi. Bir zamanlar Güneş’i yöneten Güneri Cıvaoğlu’nun yüksek maaş ve transfer ücretleriyle gazetecilerin yaşam standardını yükselttiği konuşulurdu. İşte Vogue, Vanity Fair gibi dergilerin yayımcısı Condé Nast da çalışanlarını kuşe kağıtlı sayfalardaki hayatlardaki gibi yaşatıyordu. Vanity Fair’i yöneten Tina Brown’ın anılarında aktardığına göre Andy Warhol’un ölümünden sonraki en büyük endişesi konuyla ilgili en iyi yazıyı yazacak kişinin Gstaad’daki tatilini kesip kesemeyeceği.

        Hotel du Cap’ta yaz tatili, Paris Moda Haftası’na uçarken valizleri önceden kargoyla göndermek, siyah lüks arabalarla evden işe gitmek ve kimi Vogue editörlerinin bir milyon dolara ulaşan harcama bütçesi grubun çalışanları için sıradan ayrıcalıklar. Ayrıca patronun ev almak, hatta ikinci evini almak isteyenlere sıfır faizle kredi açtığı da biliniyor.

        ARTIK HEPSİ GEÇMİŞTE KALDI

        New York medyasına İngiltere’den düşen Toby Young “How to Lose Friends and Alienate People” adlı anılarında Vanity Fair’de çalışmaya başladığında karşılaştığı şaşaayı ağzından sular akarak anlatıyordu.

        Şimdi Condé Nast grubu elindeki kimi dergileri elden çıkarmaya çalışıyor, personelin bir kısmını havuzda toplayacak ve bazı çalışanlarının da işine son verecek. Adı grupla özdeşleşmiş kimi gazeteciler çoktandır telifli olarak çalışıyor ve o dev harcama bütçeleri de bir geçmiş zaman nostaljisi artık. Sebep daralan reklam bütçesi. Vogue’un 900 küsur sayfayla rekor kıran ve hakkında belgesel çekilen Eylül ayısı her yıl giderek inceliyor mesela. Çalışanların da maaşlarında indirime gidiliyor: Vanity Fair’deki 20 yıllık görevini bırakan Graydon Carter ikramiyeler dışında yılda iki milyon dolar kazanırken yerine gelen yeni editörün maaşı 500 bin dolar.

        Elbette bizdeki ücretlere kıyasla yine abartılı rakamlar ama bahsettiğimiz dünya medyasının zirvesi. Orada bile kriz yaşanırken biz endişe etmeyelim de ne yapalım?

        Her ne kadar The Independent dijitale dönse de yine de yazılı basının ayakta kaldığı tek ülke İngiltere şimdilik; nüfusun yaşlı olmasının ve gazete okuma alışkanlığını kaybetmemelerinin avantajını yaşıyor. Ama İngiltere dünya medyasına bir örnek değil, bu çağda bir anomali.

        PARASI OLAN GAZETECİ

        Yaş ortalamasının 30 olduğu Türkiye’de bir kuşak hayatları boyunca evlerine hiç gazete girmeden, hiç gazete bayii görmeden yetişti, yetişmeye devam ediyor. O yüzden “kağıt kokusu” romantizminin de bizde hiç karşılığı yok; bunu zaten biliyoruz.

        Beni asıl karamsarlığa sürükleyense sadece gazetelerin değil, gazeteciliğin de o renkli, gösterişli günleri bir daha görmeyeceği. Türk basınında çok kısa dönem çok az kişiye böyle bir ayrıcalık nasip olmuştu, bir daha da o günler geriye gelmedi…

        Condé Nast’ta yaşanan sarsıntıyı bu yüzden NYDN’ün yaşadığı krizden daha fazla önemsiyorum. Gazeteciliğin zengin olunmak için yapılan bir iş olduğunu düşündüğüm için değil, zaten bu amaçla gazetecilik yapılamaz. Ama parası olan gazetecinin aynı zamanda özgür basın anlamına geleceği, etki odaklarına teslim olmayacağı, haber yaptığı kişinin altında ezilmeyeceği, teslim olmayacağı da bir gerçek. Condé Nast’ın demirbaş dergileri New Yorker, Vanity Fair ve Vogue’u bu kadar etkili ve güçlü yapan da biraz buralarda çalışan gazetecilere sağlanan bu dokunulmazlık zırhıydı.

        ***

        Bülent Ersoy kadın mı erkek mi?

        Bu saçma soruyu sormamın nedeni Can Dündar’ın önceki gün attığı bir tweet. Bülent Ersoy’la Cumhurbaşkanı’nın fotoğrafını paylaşıp “TRT Genel Müdürü, Eurovision’un yayınlanmamasını ‘Aynı anda hem erkeğim, hem kadınım’ diyen birini yayınlamam’ diye açıkladı. Yapsın, seçimini, buyursun soframıza” diye eleştiriyor.

        Eren’in sözlerini savunacak halim yok, zaten önceki gün eleştirdim de.

        Ama Can Dündar’ın bu yorumu da cinsel kimlikler hakkında en hafif tabiriyle bilgisizlik, hatta transfobi içeriyor.

        Cinsel yönelimin ne olduğunun bilinmediği Türkiye’de Bülent Ersoy’un kadın olmayı ‘seçtiği’ sık sık yapılan bir yanlıştır. Oysa hiçbirimiz bir sabah askıdan uyanıp kıyafet seçer gibi kendimize cinsel kimlik seçmiyoruz. Bülent Ersoy da kadın olmayı seçmedi, bir kadın olarak erkek bedeninde doğduğunu fark edip, yıllarca kendi içinde bunun mücadelesini verdikten sonra ameliyatla kendini ait hissettiği cinsiyetin bedenine kavuştu.

        İKİSİ AYNI DEĞİL

        Cinsel kimliğimiz illaki bize doğuşta tayin edilen bedenle uyuşum göstermek zorunda değil.

        Dahası, Bülent Ersoy’la aynı anda “hem erkeğim, hem kadınım” diyen Eurovision galibi Conchita Wurst’u kıyaslamak da elmalarla armutları karıştırmaktır.

        Bülent Ersoy trans bir kadın, Conchita Wurst ise şov uğruna böyle giyinen bir “drag queen.” Kıyafetleri ve kostümü onun cinsel kimliği adına sonuca varmamıza yol açmamalı. Sahne dışındaki hayatında sıradan biri gibi giyinip gayet mazbut bir aile hayatı da yaşayabilir; böyle “drag queen”ler de var.

        Bülent Ersoy için ne derseniz deyin, ama Türkiye gibi bir ülkenin Cumhurbaşkanı’nın sofrasında yer almasının bir kahramanlık payesini hak ettiğine inanıyorum. Devrimci ve çığır açıcı bu adım eleştirilmeyi değil, alkışlanmayı hak ediyor. Her iki taraf için de… Sonuçta özgürlükler böyle adım adım, yavaş yavaş kazanılacak ve zamanla yol alınacak. Gönürlük önemlidir.

        LGBT hareketine dışarıdan destek gelmesi kuşkusuz çok önemli, ama heteroseksüel cehalet bazen destek vereceğim derken köstek oluyor. Üçüncü sesler sadece kurulan köprüleri kendi tatminleri için yakıp uzaktan zevk alıyor, o kadar.

        Diğer Yazılar