Bu belgeseli tok karnına izlemeyin
Çok iyi bir fikir, ama sanki bir kere uygulandıktan sonra anlamını yitirecekmiş gibi duran bir fikir ikinci kez tekrar edildiğinde ne olur? Netflix’teki “American Vandal” isimli “belgeselin” ikinci sezonunu izlerken aklımdan geçen yapımcıların kendi kendilerini tekrar etmeye başladığıydı. Bir oturuşta tamamını bitirdikten sonra tıpkı ilk sezonu gibi ikinci sezonunda da ulaşılması zor bir başarı çıtasını aştıkları ortaya çıktı.
“American Vandal” bildiğimiz anlamda bir belgesel değil, hatta belgesel bile değil. Sadece belgesel görüntüsünde bir hiciv. Son yıllarda Amerika’da çok yaygınlaşan gerçek suç podcast ve belgesellerini ti'ye almıştı ilk sezonunda. Özellikle iki milyon kişinin dinlediği “Serial” isimli podcast’i hem üslup hem de dil olarak, hatta kimi cümle kalıpları ve kelimelerine kadar taklit etmiş, sonuca kavuşmamasına kadar bu türe sadık kalmıştı.
YENİ GAZETECİLİK TÜRÜYLE DALGA GEÇİYOR
Bir lisedeki öğretmenlerin arabalarının üzerine çizilen penisleri araştırıyordu belgeselin yapımcıları ilk sezonda. Adına “process journalism” denen ve gazetecinin olayları araştırırken bir yandan da kendisini haberin ortasına koyduğu, araştırma sürecinin de seyirci/dinleyiciyle an be an paylaşıldığı yeni oluşmakta olan bir türle alay ediyorlardı. Günümüzün bu popüler gazetecilik türünde haber kadar anlatıcının karakteri, hikayeyi aktarış biçimi ve süreçte oynadığı rol de önemli.
“American Vandal”da da belgeselci kılığındaki iki lise öğrencisi büyük suçun peşine düşen araştırmacı gazeteciler olarak ortaya çıkıyor ve işlerini çok ciddiye alıyorlar, en ince detayları sıkı sıkıya araştırıp eliyorlar. Ancak sekiz bölüm boyunca bu tarz gazeteciliğe hem eleştiri getiriyor, hem de bir yandan eldeki bütün malzemeyi tüketiyordu belgesel.
O yüzden bir lisede aniden herkesin altını tutamadığı bir skandalı araştıran ikinci sezona biraz şüpheyle yaklaştım. Bu tarz belgesellerle dalga geçerken söyleyecek yeni bir sözü olabilir miydi?
“American Vandal” ikinci sezonunda bir gazetecilik eleştirisi ya da belgesel türüyle alayın ötesine çıkarak toplumsal bir histeriyi eleştiriyor aslında. Böylece hem kendi hedefini genişletiyor, hem de çıtayı yükseltiyor. Hedefi sadece gazeteciler ya da medya değil, sosyal medyanın dikte ettiği yaşamlarımız.
Yine bir lisede öğrencilerin limonatalarına karıştırılan ilaç okulda “bok fırtınası”yla başlıyor ikinci sezon. “Fışkiyeyi kim kırdı” konusunda bir belgesel çekmek ne kadar manalı olursa dört saat boyunca bu konuyu araştırmak da o kadar anlamlı görünürde.
Midesi bozulan öğrenciler altını tutamadıkları, tuvalete yetişemedikleri için çaresizce kendilerini bırakıveriyorlar. Okuldaki skandallar sadece bununla da sınırlı kalmıyor, merkezinde dışkı olan birkaç olay daha yaşanıyor ve belgeseldeki araştırmacılar faillerin peşine düşüyor.
SOSYAL MEDYANIN DİKTE ETTİĞİ HAYATLAR
Araştırmacı gazetecilerin en büyük malzemeleri Instagram’a yüklenen fotoğraflar, etiketler, Snapchat’teki hikayeler. Bir ara iPhone’larda “I” harfi kullanıldığında ekranda beliren yanlış karakter hatası bile önemli bir ipucuna dönüşüyor. Emoji’lerin yanında noktalama işareti kullanılması şüpheli bir davranış biçimi olarak göze çarpıyor. Kendall Jenner’le sıra bekleyip fotoğraf çektiren, daha sonra bunu sanki yakın arkadaşlarmış gibi kadrajlayan bir genç kızın yalanının ortaya çıkması suç motivasyonuna dönüşüyor. Amerikan okullarının sporcu öğrencilere yaptığı yatırımlar, derslerde sporcuların kayırılması gibi konular da bu “boktan” belgeselin değindiği meseleler arasında.
Başlarda o kadar çok dışkı detayı ve görüntüsü var ki izlerken sağlam bir mide de şart oluyor; en iğrencimizin bile sınırlarını zorlayacak kadar insanın gözünün içine sokuyorlar. Bu açıdan tahammül etmesi zor olabilir, ama kasıtlı yaptıkları belgeselin sonunda daha net anlaşılıyor. Bu kadar boku gözümüze sokmalarının nedeni sosyal medyada yansıttığımız hayatların ne kadar boktan olduğu aslında. Bu boktan belgesel Instagram’dan yansıttığımız o sahte hayatın, riyanın boktanlığını gösteriyor sonuçta.
Aç karnına bir oturuşta izleyin, dört saatiniz boşa gitmeyecek.
***
Yazgülü Aldoğan gazetecilere önemli bir hatırlatma yapıyor
Konu dönüp dolaşıp Cumhuriyet gazetesindeki ayrışmaya geliyor, ama dün gazetede yazmaya başlayan Yazgülü Aldoğan’ın ilk yazısından sonra aklımdan epeydir geçen bir soruyu paylaşmak isterim. Klan psikolojisiyle hareket etmediklerini söyleyen gazeteci arkadaşlar birer birer istifa ederken neyi amaçlıyorlardı acaba?
Yazmanın giderek zorlaştığı, ifade alanlarının azaldığı bir ortamda bu tepki gazete yönetimine mi yoksa okura mı? Zira, kimi ayrılan (ve kendilerini liberallerle bir saymayan) köşe yazarları arasında normal şartlarda gazetelerde yer bulmayan konulara yer veren isimler var. Özellikle de mağdurun sesini duyuranlar… Anadolu’da tacize uğrayan ve sesini çıkaramayan genç bir kıza kim mikrofon olacak şimdi? “Yeni yönetim geldi gidiyorum” diyerek tepki göstermek bu köşelere umut bağlayan küçük ama önemi yadsınamaz insanları yüzüstü bırakmak değil mi?
Yazgülü Aldoğan neden bir gazetede yazmasının önemli olduğunu şöyle açıklıyor dün:
“Beni dört duvarların arasında okuyan, yazı günümü, özgürlüklerini bekledikleri gibi bekleyen çok okurum var. Onlar için, dışarıdan gelen bir umut, bir selam, onların sesi olmam.”
Bir süredir gazetecinin gerçek sadakatinin kime karşı olduğunu düşünüyorum. Kendi içinde yer aldığı çevrelere, mahalleye, klana mı yoksa okura mı?
Aldoğan’ın hedef kitlesinin pek “alıcısı” yok, “tık” karşılığı yok, bu kitlenin sesini duyuran yazılar gündem olmuyor. Ama gazetelerin mağdurlara karşı bir sorumluluğu, mazlumun sesini duyurma zorunluluğu da var. Epeydir unuttuğumuz bir mesleki bağ bu… Hele hele böyle bir dönemde şahsi ve gündelik tepkiler vermek yerine yazabildiği kadar yazmak, her sözünü söyleyemiyorsa bile en azından birkaç söz söyleyebilmek önemli bir gazeteci için…
Herkes dünkü Yazgülü Aldoğan yazısını böyle mi okudu bilmiyorum, ama bana hatırlattığı bu.
***
Bana kalırsa daha yeni başladı
Dünkü internet sitelerinde Mehmet Barlas’ın Erdoğan’ı “uyardığına” dair haberler var. Birkaç hafta çaktırmadan satır arasında Barlas’ın “muhalif” (tırnak içinde, ironik) itirazlar dillendirmeye başladığına dikkat çekmiştim. O günden bu yana satır arasında kalan ton belirginleşemeye başladı. Özellikle Suriye politikası konusunda sürekli eleştiri getiriyor Barlas.
Tam olarak hesabını bilmiyorum, ama bir şeyler olduğunu da görmezden gelemiyorum. Bakalım bu işin sonu nereye varacak…