Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Alfonso Cuarón’un klişelerle yüklü ama mutlaka sinema salonunda izlenmesi gereken filmi “Roma”nın Türkiye’de, dış temsilciliklerde ve belki de, kim bilir, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde neden yoğun bir hayranlıkla karşılandığını anlamaya çalışıyorum. Aklıma sadece çocukluğumda o ütü yaparken birlikte Meksika dizileri izlediğimiz bizim evdeki çalışanımız geliyor, o kadar. Zira Türkiye’nin Meksika’yla da evdeki çalışanlarla da ilişkisi bundan daha fazla değil.

        Tıpkı Cuarón’un filmindeki kurgu hizmetçi gibi Türkiye’de de evlerde çalışanlar onlara iş veren orta-üst aileler için fonda kalamaya, görünmez olmaya mecburdur. Hikayelerini bilmediğimiz, bilmek zorunda da hissetmediğimiz, sınıf duvarlarını en sert şekilde aramıza ördüğümüz insanlardır adına ister “çalışan” ister “dadı” isterseniz de “temizlikçi” ya da “gündelikçi kadın” dediğiniz insanlar.

        BİR SINIF FANTEZİSİ

        Kendi büyüdüğü Roma mahallesinde çocukluğunu geçirdiği evin yakınında bir ev kiralayan, evdeki mobilyaları ve hatta oyuncakları kardeşlerinden temin eden, karakterlerin çocukluğundan hatırladığı insanlara benzemesine özen gösteren Cuarón da filmin merkezindeki hizmetçinin hikayesinden aynı dikkati esirgemiş. İki saati aşan süresi boyunca “Roma”nın baş karakteri Cleo neredeyse sadece kendisine söz verilince konuşuyor, ağzını açtığında da tıpkı bizim orta-üst sınıf evlerde çalışanlar gibi birkaç cümleden daha fazla etmiyor. Zaten etse “Haddini bil” demez mi evin hanımı?

        Cleo’nun nereden geldiğini bilmiyoruz, anlatılmıyor. Geçmişine dair sadece bir-iki bilgi kırıntısı serpiliyor, devamı gelmiyor. Onun yerine kendisini çalıştığı aileye adayan, kendi çocuğunu bile çalıştığı evin çocuklarının yanında ikinci plana iten bir fedakar bir hizmetçi portresi görüyoruz. Yüzme bilmemesine rağmen boğulma tehlikesi geçiren o çocukları kurtarmaya çalışacak kadar fedakar. Kazandığını paranın tam karşılığını veriyor demek ki çalıştığı aile için. Hayatı boyunca evde çalışanları kaçıran anneannem acaba Cleo’uya da bir kulp bulur muydu? Sanmıyorum.

        Bu yüzden mi Cleo’nun “Roma” mahallesinde geçen hikayesine Türkiye’deki izleyici bayıldı? Bu “kusursuz kadın”ın çalıştığı “Roma” aynı zamanda bir sınıf fantezisi çünkü. Zenginlerin yeteri kadar gaddar olmadığı, hizmetçilerin aşağılanmadığı bir dünya. Dahası bu dünyada herkes rolünü ve haddini de biliyor. Evinde çalıştığı Merih Akalın’ın mücevherlerini takıp kıyafetlerini giyen Hülya Avşar’ın “Fazilet”iyle alakası yok Cleo’nun. Ya da orta sınıf ailelerde sürekli gündeme gelen “Temizlikçi kadın çalışıyor, temizlikçi kadın evin hanımına laf yetiştiriyor,” gibi bahaneler de vermiyor “sahiplerine” Cleo.

        Egemen sınıflar için işçi sınıfı her zaman haddini ve durduğu yeri bilmesi gereken, biraz başını kaldırdığında başına balyoz indirilmesi meşru insanlardan oluşur. Ailesinin çoğu sağcı, ama tek bir amcası komünist olan Cuarón da bu kaba sınıfçılığın köklerinden 2018’de bile kurtulamamış ne yazık ki. Çalışan sınıfa hiçbir söz hakkı tanınmayan, kendi kişilik ve karakterini belli etmesine izin verilmeyen bir hizmetçinin portresine bizim de nostaljik anlamlar yüklemek sınıf rollerini bilinçaltında nasıl tanımladığımızla alakalı. En azından yolu biraz Marx’tan geçen birinin “Yakarım Roma’yı da yakarım” diye itiraz etmesi gerekiyor.

        METAFOR ÜZERİNE METAFOR

        Onun yerine Fransız yeni dalga sinemasından fazlaca etkilenen Cuarón bize masumiyetin tam olarak kaybolmadığını iddia ettiği yıllardan fotoğraflar kareleri getiriyor. Bazen kendi kadrajına fazlaca hayran. Ne yangın ne öğrenci ayaklanmaları; hiçbir olay tamamlanmıyor “Roma”da çünkü yönetmen siyah-beyaz kamerasını gezdirmeye, mükemmel manzaraları göstermeye ve metaforları bayıltacak kadar kullanmaya çok meraklı.

        Filmin evin önündeki taş zeminin sabunlu sularla yıkanmasıyla başlıyor ve bitiyor; köpeğin kakasını yaptığı evin girişi burası. Ne kadar yıkanırsa yıkansın köpeğin hep aynı noktayı pislettiği düşünülerek verilen mesaj hiçbir sabunlu suyun “Roma”daki aileyi temizlemeye yetmediğini mi anlatıyor?

        1970’lerde dağılmak üzere olan bir ülkeyle kendi parçalanışını yaşayan bir aile arasında kurduğu zorlama bağa hiç değinmek bile istemiyorum. Ama asıl zaten başından beri zor dayandığım “Roma”da beni kaybeden sokaklardaki öğrenci olayları esnasında çocuk mobilyası alışverişine giden hizmetçinin orada suyunun gelmesi oldu. Bu kadar zorlama paralellik özel bir yeteneksizlik ödülü verilmesi gereken Çağan Irmak filminde bile olmaz diye düşünürken “Babam ve Oğlum”da 12 Eylül tankları esnasındaki doğum sahnesi aklıma geldi. Üzgünüm, bu klişe sakızı da çoktan çiğnenmişti.

        Gerçi “Babam ve Oğlum” da tıpkı “Roma” gibi bizdeki genel geçerizleyici tarafından çok beğenildi. Çünkü iki film de kökenini aşina olduğumuz bir Yeşilçam formülüne dayandırıyor. 70’lerde Cleo’yu Gülşen Bubikoğlu oynasa bir klasik olarak hatırlardık. Belki de şimdi Ay Yapım falan uyarlar ve rating rekorları kırar.

        Diğer Yazılar