Düşük kapasite, az özgürlük
Amerika’nın en yüksek yargı makamı “Supreme Court” geçen hafta kritik bir karar aldı. Mahkeme, New York Valisi’nin COVID-19 tedbirleri yüzünden ibadet yerlerine kısıtlama getiremeyeceğine hükmetti.
Katolik Kilisesi ve Hasidik Yahudileri temsil eden bir kuruluştan oluşan davacılar New York eyaletinde içki satışı yapan mağazalar, bisikletçiler, kozmetik dükkanları “temel ihtiyaç” adı altında açık tutulurken ibadethanelerin kapatılmasına itiraz etti. Oysa milyonlarca insanın işini kaybettiği, geleceğinden endişelendiği bir dönemde din de pekâlâ temel ihtiyaç olabilir. İnsanlar bu karanlık günleri ibadetle atlatmak isteyecektir; özellikle Katoliklikte toplu ibadet önem taşıyor.
İbadet özgürlüğü Amerikan Anayasası’nın bir numaralı ek maddesi tarafından korunan bir hak. Aynı madde hükümete karşı imza toplama, toplu gösteri yapma, ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğü de garanti altına alıyor. Trump’ın atadığı muhafazakar yargıç Neil Gorsuch’un çoğunluk kararının ilk cümlesi yeteri kadar açıklayıcı: “Hükümetin kriz zamanlarında bir numaralı ek maddeyi görmezden gelmeye hakkı yoktur.”
ÖZGÜRLÜK VE POLİS DEVLETİ
Eğer Mahkeme bu kararı vermeseydi, bugün pandemi yüzünden kiliseleri kapatan hükümetin elinde ileride savaş günlerinde düzenlenmesi muhtemel protestoları engellemek, ya da basının özgürlüğünü kısıtlamak için yasal dayanak olacaktı. Bu kararla aslında özgürlüklerin bir bütün olduğunu, olağanüstü şartlar dahi olsa bizi yönetenlerin özgürlüklerin içinden işlerine geleni seçme, bazıları kısıtlama hakkı olmadığını hatırlatıyor.
Özgürlük bir bütündür, yarım, eksik, ya da seçme olarak budanmamalıdır. Bu kararın altında muhafazakar yargıçların imzasının olması da ayrıca anlamlı. Öncelikleri din belki, ama sonuçta faydası bütün toplumda hissedilecek bir karar bu.
Amerikan Anayasası’nın bir numaralı ek maddesi biz Türklere her zaman çok uzak olmuştu, giderek böylesi bir hakka daha da yabancılaşıyoruz.
Maske takmadığı için sosyal medyadan ihbar edilen turist haberini bu yüzden önemsiyorum. Polis devletinin nasıl kusursuz işlediğini, hayatın her alanında etrafımızın nasıl sarıldığını göstermesi açısından. CIA veya Mossad gibi istihbarat ağlarının bile maske takmayan turisti bu kadar kolay tespit edebileceğinden şüphe duyarım. Bulsalar bile cezai yaptırım uygulamakla, kaynakları daha önemli işler varken buna adamakla uğraşırlar mı emin değilim. Demokratik devletlerin bireyleri cezalandırmaktan başka öncelikleri olmalı; polis devletinin ise en büyük düşmanı bireydir.
Polis devletinin bir uzantısı olan RTÜK’ün önceki gün Habertürk’e verdiği astronomik ceza da bu kuşatmanın sonucu. CHP’li bir milletvekili bizim ekranlarımızdaki bir tartışma programında yanlış anlaşılmaya, çarpıtılmaya müsait bir laf ediyor. Programı sunan meslektaşım Eren Eğilmez de müdahale ederek düzeltiyor, ama RTÜK yine de en üst maddeden ceza veriyor. Aynı “suç,” ironiyi vurgulamak için çift tırnak içine aldığım “suç” iki kere daha tekrarlanırsa kanalın lisansının iptali söz konusu.
Bu cezanın milletvekilinin sözüyle, o programdaki bir ana özgü bir yaptırım olmadığı ortada. Önceki gün T24’te Mehmet Y. Yılmaz’ın yazdığı gibi “Önemli olan milletvekillerinin, dünyanın en saçma fikrine bile sahip olsalar, bunu serbestçe açıklayabilme özgürlükleridir. Milletvekilleri için ‘dokunulmazlık’ kurumu, esasen bunun için vardır.”
Daha evvel izlemediği filmin yayınlanmasını yasaklayan RTÜK’ün kararlarında mantık ya da tutarlılık aramak zaten başlı başına beyhude bir çaba. Bu yaptırımın tam ortada durarak, her kesime mesafeli yayıncılık yapan ve gazetecilikte ısrar eden Habertürk’e bir uyarı, ileriye yönelik ayağınızı-denk-alın mesajı olduğu ortada. Ama bu da bugüne ait, sınırlı bir tespittir.
NASIL BİR REJİM
Polis hiç durmaksızın suçlu arar, hatta bir süre sonra herkesi suçlu görmeye başlar. Asıl üzerinde durulması gereken sürekli bir düşmandan beslenen, gerektiğinde düşman yaratan, kendisinden yana olmayanı bırakın tam ortada duranı bile düşman edinen bu sistemin geleceği. ABD, Almanya, İngiltere gibi vatandaşlarına geniş özgürlük imkanı tanıyan ülkeler aynı zamanda yüksek verimli ekonomik güce sahip oldukları için dünya lideridir. Bir Alman hem ülkesinde korkmadan istediği gibi yaşar, hem de pasaportunun ve para biriminin gücüyle başka ülke vatandaşlarından daha ayrıcalıklı olduğunu bilir. Vatandaşlarına özgürlük tanımayan, ama karşılığında refah vaat eden, yüksek verimli ama az demokrasi tanıyan ülkeler de var: Suudi Arabistan vatandaşlarına özgürlük vaat etmez, ama bol para dağıtır. Arap plakalı McLaren arabasını Mayfair’e yollatan Suudi vatandaşı da özgürlüğü Annabel’s tuvaletinde Black American Express kartıyla kar yağdırırken tadar. Yüksek verimli ama az demokrasi vaat eden ülkelerin vatandaşları cepleri dolduğu sürece kendi ülkelerinde demokrasinin eksikliğini hissetmezler.
Bir de ne demokrasi ne refah vaat eden üçüncü kategori var. Hem pasaportunuz değersizdir, hem paranızla rezil olursunuz, hem de ağzınızı açsanız, kafanızı dağıtmak için sosyal medyaya bulaşsanız kapınızda polis bulursunuz. Düşük kapasiteli, az demokrasi olan rejimlere “başarısız devlet” deniyor. Hem özgürlükleri kısarak hem de yaşam seviyesini yükseltmeden başarılı olunmaz çünkü.
Türkiye Cumhuriyeti kendisini uzun vadede hangi kategoride görüyor, samimiyetle merak ediyorum. Çünkü daha bir hafta öncesine kadar dolar düşüyor, Avrupa ve ABD’ye sıcak mesajlar veriliyor, reformdan bahsediliyordu. “2003 ayarlarına dönüş,” bile deniyordu. Bir hafta sonra milletvekilinin demecinden dolayı haber kanalı cezalandırılıyor, üstelik hala bir iPhone ya da PS5 bile alacak paramız yok.