Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Katar’da karşılaştığı Mısır Cumhurbaşkanı Sisi ile el sıkışması daha doğrusu barışması tartışılıyor.

        Çok sert eleştiriler yapıldı ve hala da devam ediyor.

        Hem iktidar cephesinden hem muhalefet.

        Şahsen ben anlamıyorum bu eleştirilerin neden yapıldığını.

        Özellikle de muhaliflerin…

        Ne yapması lazımdı Erdoğan’ın?

        Gereksiz husumeti devam ettirip Sisi'yi terslemesi mi bekleniyordu?

        Ya da görmemiş gibi davranıp arkasını dönüp gitmesi mi?

        İyi ki yapmadı öyle bir şey...

        Çünkü zaten mevcut durum doğru değildi.

        Doğru olmayanın da inatla sürdürülmesinin bir manası yoktu!

        Ayrıca en kötü diyalog, diyalogsuzluktan iyidir.

        Tamam… Kabul… Sisi çok büyük fenalıklar yaptı Mısır’da.

        Çok kan döktü, çok insanın hayatını söndürdü ve biz de Türkiye olarak demokratlığımıza yakışır tepkiyi gösterdik.

        Ama uzatmamız, derecesini artırmamız gerekmiyordu!

        Sonuçta darbeyle de gelmiş olsa, Mısır halkı tarafından kabul görmüş bir yönetime Türkiye Cumhuriyeti’nin kurumsal kin tutması, diş bilemesi uluslararası ilişkilere uygun bir tutum değildi.

        REKLAM

        Resmen, "Sisi varsa biz yokuz!" deyip Mısır'ı yok saydık yıllarca...

        Peki ne oldu?

        Dünya ülkeleri bize madalya mı taktı; “Bravo Türkiye’ye! Helal olsun!" deyip alkış mı tuttu?

        İşin trajikomik tarafı, o gün bizimle beraber Sisi'ye tepki gösteren bütün ülkeler anında manevra yapıp dost oldular ama biz ezeli düşman ilan edip, sildik Sisili Mısır'ı!

        Niye?

        Ve pardon, öyle yaptık da ne faydası oldu ülkemize?

        Sıfır!

        Hatta bırakın faydayı, büyük zarar gördük.

        En büyük ticaret yaptığımız ülkelerden biriydi…

        Berbat bir hale döndü.

        Bizzat tanıdığım iş insanları vardı...

        Vaktinde “Aramız nasıl olsa iyi” deyip de gidip Mısır’a yatırımlar yapmışlar, fabrikalar açmışlardı.

        Sisi’ye koyduğumuz posta yüzünden aralarında iflasa sürüklenenler oldu.

        Özetle diyeceğim şu ki; Yanlış olan bugün Erdoğan’ın Sisi’nin elini sıkması değil, o günkü şartlarda alınan tavırda aşırıya kaçılmasıydı.

        Sorulacaksa onun hesabı sorulmalı...

        Ama geç de olsa hatadan dönmüş ve tam da Mısırla ilişkileri normalleştirmeye çalışırken; “Ne oldu Rabia’ya? Hani Sisi tukaka idi! Hani asla bir araya gelmez, yüzüne bakmazdın eyy Cumhurbaşkanı!” demeyin artık!

        Onu diyeceğinize...

        “Allah aşkına Sayın Cumhurbaşkanımız... Hazır “Arap Baharı” yerini “Ne olursan ol baharına” bırakmışken... Şu Esad’la da bir el sıkışıver de ülkenin sırtında büyük yük, problem olan sığınmacılar meselesi çözüme kavuşsun” deyin de…

        Bari Suriye'yi de geri kazanalım...

        Olmaz mı?

        Güle güle Hıncal Ağabey…

        Güle güle Hıncal Ağabey…
        0:00 / 0:00

        Rahmetlinin Defne Joy Foster’ın ölümünün ardından yazdığı yazıya en ağır cevabı veren yazılardan birini ben kaleme almıştım.

        Hem de aynı gazetede ve yan yana sayfalarda….

        Dileyen gidip arşivlerde bulup okuyabilir…

        https://www.sabah.com.tr/yazarlar/yukselir/2011/02/06/o_benim_annemdi_hincal_bey

        Ve o kadar zoruna gitmişti ki yazdıklarım…

        Ertesi gün gazetenin otoparkında karşılaştığımızda, tonlarca laf saydırmıştı.

        Ama çok geçmeden de yaptığım bir söyleşi için şahane övgülerle destek vermişti köşesinden…

        Ama tabii sonra da defalarca genellikle; “Olmadı Sevilay!” ya da “Senin yaptığın ayıp Sevilay!", “Bu ne Sevilay!” başlıkları attığı onlarca yazısıyla köşesinden yerden yere vurmuştur.

        Ben de altında kalmazdım tabii…

        Misliyle cevabımı mutlaka verirdim.

        Ama saygıyı kaybetmeden… Seviyeyi düşürmeden…

        Onun da hoşuna gidiyordu çünkü seviyordu sataşmayı ve didişmeyi rahmetli.

        Ama bilenle, anlayanla…

        Bilmeyenle zaten uzatmazdı meseleyi.

        “Gazeteci dediğin didişmeyi bilecek! Bilmiyorsa ne işi var bu meslekte!” derdi.

        Bir de tabii dile kolay… 50 seneyi devirmiş bir duayendi meslekte ve dolayısıyla kendini medyanın ombudsmanı gibi görüyordu…

        Övmeyi de yermeyi de çok seviyordu ve bunların her ikisinde de aşırıya kaçıyordu.

        Ya gömüyordu ya zirveye çıkarıyordu.

        Tam bir polemik ustasıydı ama akranlarıyla mümkün olduğunca girmezdi çünkü onlarla girdiği tartışmalarda gerçekten sinirleniyordu.

        Kaldıramıyordu…

        Mesela Engin Ardıç ile bir tartışmasını hatırlarım.

        Beraber çalışıyorduk yine.

        Ardıç’ın verdiği cevaplara çıldırmıştı.

        Öyle öfkelenmişti ki, konuyu açtığımda neredeyse beni dövecekti.

        Sanırım bundan dolayı işte…

        Ne derse desin, ne söylerse söylesin…

        Yaşına, kıdemine hürmeten aşırıya kaçamayacaklarından emin olduğu için genellikle kendisine; “Ağabey” demesi mümkün olanlarla uğraşırdı.

        Velhasıl…

        Değişik bir karakterdi ve enteresan bir tarzı vardı rahmetlinin.

        O inişli çıkışlı ruh hali, yazılarına da, konuşmalarına da yansıyordu.

        Bir gün babacan oluyordu mesela ertesi gün tam bir gaddar!

        Bir gün “Doğrucu Davut” kesiliyordu başımıza…

        Ertesi gün memlekette infial yaratmış bir konuda tek kelime etmiyor, adeta umursamaz, ruhsuz bir adama dönüşüveriyordu.

        Hülasa… Eleştirilecek çok hatalı yazılara, yorumlara imza atmıştır Hıncal Ağabey ama buna mukabil alkışlanacak çok yazıya da…

        Ardından edilen hakaretleri, kötü sözleri içim acıyarak okuyorum.

        “Ölenin arkasından konuşulmaz” demiyorum…

        Konuşulur elbette ama ömrünü adadığı gazeteciliğe büyük katkıları olmuş ve Türk basınının hafızalarından biri olan Hıncal Uluç bu kadarını da hak etmiyor.

        1957’de ve daha 17 yaşında iken sıkı yönetim altında çıkan bir gazetede başladığı gazetecilik hayatına son nefesine kadar devam etti.

        Kimi zaman izin yapmadan yazdı ve yazılarında anlattıkları, yaşadıkları, şahitlikleri ile dev bir arşiv bıraktı geride…

        Burada iken bile sataştı zaman zaman…

        Öğretileri, öğrettikleri ve mesleğe sunduğu katkıları nedeniyle ustama şahsen teşekkür ediyorum.

        Son zamanlarda yüz yüze gelemedik ama ara ara telefonlaşıyorduk, mesajlaşıyorduk…

        Allah rahmet eylesin…

        Güle güle Hıncal Ağabey…

        SMS mesajlarının sonuna bana yazdığın gibi; “Unutma seviliyorsun…”

        Başıboş köpek sorunu

        Başıboş köpek sorunu
        0:00 / 0:00

        Çok şükür sonunda devleti idare edenler, siyaset yapanlar da toplumun en büyük sorunlarından biri olan başıboş köpek sorununu görmeye başladı.

        Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Özbekistan dönüşü uçakta konuyla alakalı sorulan soruya verdiği cevap yüreklere su serpti.

        İnşallah lafta kalmaz…

        İnşallah Erdoğan’ın; “Sahipsiz hayvanların yeri sokaklar değil, barınaklardır. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı ile Tarım ve Orman Bakanlığına gerekli talimatları verdim. Bakanlarım çalışıyor. Bu işi boş bırakmamalıyız. Konuyla ilgili atılacak adımlar neyse, ne tedbir gerekiyorsa yerine getirilecek" açıklamaları talimatı alan bakanlıklar tarafından da anlaşılmıştır.

        Öğrendiğim kadarıyla bakanlıklar gerçekten de çalışıyor üzerinde.

        Yardımcı olması bakımından bu konuda daha önce kaleme aldığım yazıyı dikkatlerine sunmak istiyorum.

        Çünkü herkesi değilse bile çoğunluğu memnun edecek makul öneriler.

        Haydi hayırlısı…

        Rastgele…

        Diğer Yazılar