ABD'nin yolu
İKİNCİ Dünya Savaşı’ndan sonra kapitalist dünyanın kurumsal yapısını ve kurallarını ABD belirledi. Savaşın bitiminde neredeyse dünya ekonomisinin yarısını ürettiği için farklı bir durum da söz konusu olamazdı. Bu sistemin gerektirdiği açıklığı, giderek serbestleşen ticareti korumak da hegemonik güç olarak ABD’ye aitti. Amerikan Donanması deniz ticaret yollarını açık tuttu, ABD piyasalarını toparlanmakta olan müttefiklerin mallarına açtı.
Avrupa’da ve Asya’da güvenlik de ABD’den soruluyordu. Sovyetler Birliği’nin Avrupa’nın yarısında hâkim olduğu bir ortamda Almanya’da çıkması beklenen bir savaşa karşı ABD hem konvansiyonel silahları ve ordu mevcuduyla hem de nükleer şemsiyesiyle Batı Avrupa’daki müttefiklerini korudu. Avrupa’nın o günlerden kalma rehaveti, yani güvenliği ABD’ye havale etmiş olmanın rahatlığı bugün “Batı” ittifakının bünyesindeki sıkıntıların ve çatışmaların önemli bir boyutunu oluşturuyor.
Benzer şekilde Asya’da da Amerikan askeri gücü, Sovyetler Birliği veya Çin karşısında başta Japonya, Güney Kore, Filipinler olmak üzere müttefiklerini savunma sorumluluğunu yüklendi. Stratejik olarak müttefiklerini savunma işiyle ideolojik olarak onları komünizmden sakınma kaygısını birbirine karıştırınca Vietnam batağına saplandı, bu savaş sırasında Vietnam’ın komşuları Kamboçya ve Laos’a büyük zararlar verdi, Endonezya’da çağın en büyük kıyımlarından birisine cevaz verdi. Latin Amerika’da solcu rejimlerin varlığına tahammül edemediği için çok karanlık ve kanlı diktatörlüklere destek verdi, Afrika’da ise becerebildiği kadarıyla radikal rejimlerin iktidara gelmesini engelledi.
Bugünlerde arkasından yakılan ağıtlar bir türlü bitmeyen “liberal dünya düzeni” ana hatlarıyla bu stratejik yapı ve giderek daha fazla birbirine eklemlenmiş kapitalist ekonomilerin üzerinde inşa edilmişti. ABD güvenliği sağlamak için savunma harcamalarını hep yüksek tuttu. Bu şekilde bir yandan dünyanın her tarafında gücünü gösterebilecek bir şekilde varlığı oldu.
Diğer yandan da bu savunma harcamaları, 1960’larda buna eklenen uzay çalışmalarıyla birlikte hem ABD’nin ekonomik planlaması işlevini gördü hem de özel sektörün tek başına altından kalkamayacağı uzun vadeli teknolojik yatırımların yapılabilmesini sağladı. Bugün cep telefonunuza minnettarsanız, o teknolojinin arkasında ABD savunma harcamalarının bulunduğunu unutmayın.
KORUMACI POLİTİKALAR
Trump yönetimiyle birlikte ABD yerleşik kurumlara, ittifak ilişkilerine, kurallara bodoslama daldı. Uzun süredir ABD’nin soğuk baktığı UNESCO’dan çıktı. Yarın BM sistemine verdiği parayı daha da azaltabilir. Batı ittifakının Trump açısından pek de bir mana ifade etmediği son G-7 Zirvesi’nde çıkan rezaletle iyice anlaşıldı. Gene Trump, ABD’nin altında imzası olan Paris İklim Anlaşması’ndan ve İran’la imzalanan nükleer program anlaşmasından çıktı. Bunların üstüne de ABD bugüne dek savunuculuğunu yaptığı serbest ticaretin kendisine zarar verdiği iddiasıyla korumacı politikalar uygulamaya başladı.
Ekonomide nereye gidileceğinin ipuçları uzun zamandır ortada. Çin’e yönelik son 50 milyar dolarlık gümrük vergisinden sonra ne olacağını da göreceğiz.
Güvenlik konusunda ise gene hayli radikal adımlar atılıyor. Kuzey Kore Devlet Başkanı Kim Jong-Un ile buluşmada varılan son derece muğlak, Kuzey Kore açısından pek de bağlayıcılığı olmayan ama nükleer bir savaş ihtimalini en azından bir süre için gündemden çıkaran mutabakat bunun önemli bir adımı.
Bu adımın ABD’nin Güney Kore’den çekileceği, Japonya ve Güney Kore’ye yönelik güvenlik taahhütlerinden vazgeçeceği, Trump’ın seçim kampanyasında söylediği gibi “Bu iki ülke isterlerse nükleer güç olsunlar” anlamına gelip gelmediği zaman içinde anlaşılır. Oraya gelene kadar da Japonya ve Güney Kore, ABD’nin güvenlik garantisinin ne ölçüde geçerli olduğunu tartışmaya başlayacaktır.
Okurların bayramını kutluyorum.