Yavru köpeğin bakışı, Ayşe Hanım'ın sözleri
TRABZON Maçka’da PKK tarafından geçen ağustos ayında şehit edilen Eren Bülbül’ün annesinin, kendisine ev anahtarı verilirken acıyla utanç karışımı bakışı, elâlemin önünde ağlamamak için dudağını ısırarak sarf ettiği çaba, bu ülkede pek çok insanın umursamayacağı, daha doğrusu anlamaktan aciz olduğu bir duruşu yansıtıyordu. Acılı anne Ayşe Bülbül’ün “Benim Eren’imin yatmaya yatağı yoktu. Eren’imin kanından ‘Şimdi annesi hazır ev, hazır yatakta yatacak’ dedirtmem” demesi, son zamanlarda sıkça tanık olunan tavırlardan da değildi.
Giderek Oscar Wilde’ın meşhur sözüne uygun şekilde, “her şeyin fiyatını bilip hiçbir şeyin değerini bilmeyen” bir topluluklar konfederasyonuna dönüşen ülkede yoksul ve acılı annenin ne kadar etki yapabildiğini ölçmek mümkün değil. Ama önünde susarak saygıyla eğilmek gerektiğine kuşku yok. Şehitlik kavramının kutsiyeti arkasına saklanarak çoğu yoksul çocuklar olan şehitlerin ailesine sağlanan maddi imkânların, aslında terörle mücadele ya da savaş hakkında neleri gizlediğinin de bir göstergesiydi bu an.
Unutmayalım ki 1 milyon asker kaçağının bulunduğu, her konuda birbirinden ayrı yerlere koşanları birleştiren yegâne hedefin “bedelli askerlik” olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Bu bağlamda ucuz ve sözel kahramanlıkları, her acının illaki bir fiyatı olduğuna inananları faş etmesi açısından da ibretlikti Ayşe Bülbül’ün sözleri.
Ayşe Hanım’ın haykırışının ardından Sapanca’da vahşet görmüş köpeğin haberi geldi. Ne olduğu ya da oldukları henüz bilinmeyen mahlukat tarafından işkence edilen, bacakları ve kuyruğu kesilen çaresiz yavrunun bakışı, insan olmaya ve öyle yaşamaya çalışanların vicdanına ağır bir yük olarak oturdu. O canım, güzelim yavrunun bakışının söylediklerini anlayabilecek olanların öfkeleri, üzüntüleri sosyal medyada patlama yaptı. Bu insani öfkenin yargısız infaz taleplerini seslendiren tepkilere de yol açması ise işkencenin gösterdiğinden daha vahim bir krizin bu toplumu bir kanser gibi sarmış olduğunu sergiliyordu.
SANKİ SİVİLCEYE İĞNE BATIRILDI
Küçük köpeğe yapılanın aynısı değilse bile envai çeşit işkence, eziyet korumasız hayvanlara reva görülüyor. Ancak hiçbirinde böylesi bir feverana tanık olunmadı. Bunun sebebi yavru köpeğin insanın içine işleyen bakışı mıydı yoksa insanların artık bu şiddet patlamasına tahammüllerinin kalmaması, insanlıklarına sarılmak için buna tepki gösterme gereği hissetmelerinden miydi, bilemem. Yahut Ayşe Çavdar’ın yazdığı gibi “bu köpeğin gözünden dehşet ve hüzün olarak, hüzünlü bir dehşet ya da dehşetengiz bir hüzün olarak yansıyan” Türkiye’nin kendisi olduğunu idrak etmenin şoku mu? Ama sanki bir sivilceye iğne batırıldı. Sanki şiddetin ve paranın her şeyin ölçüsü haline gelmesine yönelik birikmiş isyan nihayet yüze çıkıyordu.
Seçime 1 hafta kala, Suruç’taki aydınlatılması mutlaka gereken feci olayın da gölgesinin vurduğu kampanyayı bir kenara attıran iki olay, işimizin seçimle bitmeyeceğini gösteriyor aslında. Kimin seçileceğiyle de düzeltilecek bir durum değil önümüzdeki. Her sorunu şiddetle halletme kültürünün kabarıp kabarıp bizi getirdiği noktadayız. Ne var ki geçmiş dönemlerden farklı olarak bölünmüşlüğün körüklendiği, fiziksel şiddetin dışında şiddet uygulamalarının meşrulaştırıldığı, en önemli mevkilerde şiddet dilinin sıradanlaştırıldığı bir dönemdeyiz.
Turgut Tarhanlı’nın yavru köpekle ilgili yazdığı tweet’inde altını çizdiği gibi, “En değerli sosyal bilimcilerini, bilim insanlarını umursamazca harcayan bir ülke, bu şiddet vakalarını sadece ‘münferit sapıklıklar’ olarak adlandırıp toplumsal yanını görmezden gelmenin bedelini ağır öder”.