2000'li yılların en iyi 10 İngiliz aksiyon filmi
Guy Ritchie'nin yönettiği 'Servet Operasyonu' (Operation Fortune: Ruse de guerre) filminin gösterime girdiği hafta en iyi İngiliz aksiyon filmlerini bir araya getirdik. Listeyi oluştururken üç temel kriterimiz vardı: Yönetmen, Britanyalı; yapımcı ülkelerden biri mutlaka Birleşik Krallık olmalıydı. Filmin türü ise Imdb sitesinde 'aksiyon' olarak geçmeliydi. Habertürk film eleştirmeni Mehmet Açar'ın seçkisi…
CASINO ROYALE (2006)
‘James Bond filmi klişeleri’ni terk etmeyi ve her şeyi yeni baştan almayı göze alan ilk James Bond filmi… Aksiyon seyircilerine beklemediği bir derinlik vaat eden öykü, Bond’un ‘öldürme lisansı’na sahip olmadığı bir dönemde geçiyor. Daniel Craig’in ilk kez canlandırdığı ajanımız tecrübesiz ve duygusal olsa da inandırıcı bir karakter. Trajik tonlar taşıyan öykü, seriye gerçekçi bir hava getiriyor. Tam zamanında yapılmış bu kritik müdahaleyle serinin yeniden hayat bulduğunu ve ikibinli yılların sinemasına uyum sağladığını belirtelim. Martin Campbell’in yönettiği ‘Casino Royale’, bugün gelmiş geçmiş en iyi Bond filmlerinden biri olarak kabul ediliyor.
SIKI AYNASIZLAR (2007)
(Hot Fuzz)
Nicholas Angel (Simon Pegg) o kadar başarılı ve iyi bir polistir ki Londra’daki görevinden alınıp taşrada bir kasabaya sürülür. Angel, orada talihsiz şekilde tanıştığı polis memuru Danny Butterman (Nick Frost) ile birlikte çalışmak zorunda kalır. Birbirlerine hiç benzemezler. Danny, hayatı polisiye filmlerdeki gibi yaşamak ister. Nicholas ise gerçekçidir… Ortak özellikleri ise yalnız olmalarıdır. Dostlukları gelişirken kasabada peş peşe yaşanan kazaya bağlı ölümler Nicholas’ın dikkatini çeker…. Ama Danny dışında kimse onun fikirlerini ciddiye almaz. Yönetmen Edgar Wright’ın senaryosunu Simon Pegg ile birlikte yazdığı film, hızlı tempolu şahane bir aksiyon olmasının yanı sıra faşizmin doğasını analiz eden alt metinleriyle de öne çıkan bir kara komedi.
KARA ŞÖVALYE (2008)
(The Dark Knight)
Yönetmen Christopher Nolan ilk filmde Batman serisine trajik bir hüzün getirmişti. İkinci filmde ise bunu karakter analizleri, “Kahramanlık aslında nedir?” tartışmalarıyla daha da derinleştiriyor. Kahramanlara ihtiyaç duyan iki yüzlü toplumun eleştirisiyle yetinmeyen Nolan, büyük bütçeli hiçbir Hollywood filminde görmediğimiz finaliyle adeta tarih yazıyor. Finalde kötü adam Joker'in Batman'e yaşattığı ikilem çarpıcı… Büyük bütçeli bir süper kahraman filminde kahramanın bazen ne kadar aciz kalabileceğini gösterme cesaretini de unutmayalım. Süper kahraman filmlerinin sinema sanatıyla yaşadığı en şaşırtıcı ve karanlık buluşmalardan biri... Aksiyon filmlerinde nadir rastlanacak derinlikli senaryosuyla gerçek bir başyapıt.
SHERLOCK HOLMES (2009)
Guy Ritchie, orijinal kahramandan çok fazla uzaklaşmadan yepyeni bir Sherlock Holmes çizmeyi başarıyor. Bildiğimiz Sherlock Holmes, serinkanlı İngiliz beyefendisiydi. Robert Downey Jr.'ın Holmes'u ise sadece beyefendi değil, her yola gelen bir sokak adamı. Kirli sakalıyla, yaralı bereli, derbeder, uyumsuz, melankolik, evi çöplükten farksız, sorunlu ve yalnız bir adam. Öte yandan, dahiyane zekâsı, geniş ilgi alanları, müthiş fotografik hafızası ve benzersiz tümevarım yöntemiyle eski Holmes'dan hiçbir farkı yok. Jude Law'un canlandırdığı Dr. Watson ise eski Watson gibi sadece gözlemci değil. Havalı, becerikli ve dövüşmeyi bilen sert bir centilmen. Karşılarındaki düşman ise gücünü büyüye ve metafiziğe bağlayan, Londra'yı terör ve korkuyla yönetmeye çalışan Blackwood... Bağnazlığın, gericiliğin simgesi aristokrat Blackwood'a karşı Holmes, adeta özgürlükçü bohem bir sanatçı gibi. Guy Ritchie'nin asıl başarısı, başdöndürücü, enerjik ve tutku dolu görsel stili… ‘Sherlock Holmes', Hans Zimmer'in müziğiyle açılış sahnesinden itibaren ayaklarınızı yerden kesen bir film.
BAŞLANGIÇ (2010)
(Inception)
Yönetmen Christopher Nolan, insan zihnini çağdaş bir aksiyon filminin temel malzemesi haline getirirken rüyalarda dolaşan bir adamın trajedisiyle bir soygun öyküsünü birleştiriyor. “Başlangıç”ın ilk katmanında, hafif ve harika bir soygun filmi duruyor. İkincide, Cobb’un (Leonardo DiCaprio) ailevi ve kişisel sorunlarını işleyen bir psikolojik dram... Cobb, Yunan tragedyalarındaki gibi affedilmeyecek suçlar işlemiş bir kahraman... Üçüncü katmanda ise Nolan, rüyaları alıp onları unutulmaz bir sinema deneyimine dönüştürüyor. Film bazı sahneleri itibarıyla sinema, mimari ve resim sanatı arasındaki akrabalığı işleyen bir çağdaş sanat gösterisi gibi... Gösterinin teması “yıkım ve şiddet”. Esin kaynakları Salvador Dali başta olmak üzere gerçeküstü resim, Escher tabloları ve modernist şehir mimarisi... Bu üçüncü katmanda Nolan, rüyalar aracılığıyla bağ kuruyor seyirciyle. Bu filmde yıkılan ve çöken sadece rüyalar değil, gerçeklik zemini de kaybediliyor. Nolan, gerçeklikten koparak, sanal dünyalara sığınan günümüz insanına dair bir şeyler söylemek istiyor sanki... Cobb’un rüya dünyasındaki o terk edilmiş modern ve sanal şehir, kıyamet sonrasını hatırlatmıyor mu? “Başlangıç” biraz da bilinçdışımızda kopan kıyamet üzerine bir film.
SCOTT PILGRIM DÜNYAYA KARŞI (2010)
(Scott Pilgrim vs. The World)
Edgar Wright'ın Bryan Lee O'Mailey'in resimli romanından sinemaya uyarladığı film, 22 yaşındaki 'boşta gezer' basçı Scott Pilgrim'in (Michael Cera) aşk ve müzik hayatında yaşadığı rekabeti gerçek üstü, fantastik bir tarzda anlatıyor. Edgar Wright'ın çizgi roman ve video oyun estetiğini harmanladığı film, farklı bir mantığa dayalı kurgusu, resimli roman seyrediyormuş hissi veren özel efektleriyle kelimenin gerçek anlamıyla müstesna bir iş... Ebeveynler ve yetişkinlerin boy göstermediği yarı gerçek yarı hayal bir dünyada geçen film, aksiyondan Uzakdoğu dövüş filmlerine, sitcomlardan romantik komedilere uzanan geniş bir janr yelpazesine sahip. Filmin mizah duygusu için de aynı şey söylenebilir. Resimli romanlar ve video oyunlarıyla büyümüş bir kuşağın bitmeyen rekabet döngüsü içindeki komik hallerini anlatan filmde Scott'un âşık olduğu Ramona'yı Mary Elizabeth Winstead canlandırıyor. Yardımcı rollerde ise sürpriz isimler var. 1990'larda doğan gençliğin kült filmlerinden biridir.
SKYFALL (2012)
“Daha İngiliz” ve “daha ağır” bir James Bond filmi çekme çabalarının zirve noktası... Neredeyse ıskartaya çıkartılmak üzere olan Bond'un da alışmadığımız ölçüde psikolojik ve fizyolojik sorunları var. “Skyfall” geçmiş günahların bedelini ödeyen Bond için bir “geri dönüş” hikâyesi. Siber saldırılara cevap veremeyen, çaresiz kalan M16'ın 2. Dünya Savaşı'nda kurulan gizli merkezine çekilmesi, “Skyfall”un ruhunu da özetliyor. İlk Bond öykülerinin saflığını arayan filmde Bond çocukluk yıllarına kadar dönerken, kötü adam Silva da serinin ilk filmindeki Dr. No gibi bir adaya çekilmiş durumda. Yönetmen Sam Mendes, Kapalıçarşı'daki motorsikletli takip ya da sonraki köprü sahnelerinde belki klasik aksiyon standartlarının çok ötesine geçemiyor ama özellikle Londra'daki gerilim atmosferiyle filme damgasını vuruyor. Şangay'daki tablolu suikast sahnesinde ise neredeyse “sanat filmi” tadına ulaşıyor. Haydutların teröristlere, ajanların çiftlik sahiplerine dönüştüğü, klasik westernleri hatırlatan final hesaplaşmasını da unutmayalım.
KINGSMAN: GİZLİ SERVİS (2014)
(Kingsman: The Secret Service)
Yönetmen Matthew Vaughn, Tarantino’nun “Kill Bill”de Uzakdoğu dövüş filmleriyle yaptığını İngiliz ajan filmleri geleneğiyle yapıyor; giderek ciddileşen James Bond serisine eğlenceli bir alternatif getiriyor. Türün genel yapısını saygı ve tutkuyla korurken, trükleri ve klişeleriyle ince ince dalga geçmeyi ihmal etmiyor. Öykü de yabana atılır gibi değil: İngiliz aristokrasisi ve halkı, global sermaye ve yönetici sınıfın kibrine karşı omuz omuza...
DUNKIRK (2017)
1940 yılında Alman ordusu, müttefikleri Fransa’da Manş Denizi kıyısındaki Dunkirk’te sıkıştırır. Sahile yığılan askerlerin, hava saldırıları sırasında kaçacak yeri yoktur. Askerleri almaya gelen gemiler, uçaklar ve denizaltıları için kolay hedeftir. Üstelik sahilde gemilerin yanaşacağı bir iskele de bulunmaz. İşte böyle bir ortamda sivil tekneler, askerleri kurtarmak için ateş altındaki Dunkirk’e doğru yola çıkar. Dunkirk Savaşı, İngiltere için büyük bir yenilgiyse, ‘Dunkirk tahliyesi’ 5 yıl sonra gelecek zaferin ilk adımıdır. Yönetmen Christopher Nolan, Dunkirk tahliyesine karadan, denizden ve havadan olmak üzere üç açıdan bakıyor. Dunkirk’te Alman ateşinden kurtularak sahile çıkan genç asker Tommy’nin yaşam mücadelesini, Alman uçaklarını püskürtmeye çalışan pilotların hava savaşını ve İngiltere’den kalkan bir teknenin yolculuğunu paralel olarak anlatıyor.
TAM GAZ (2017)
(Baby Driver)
Öykü, sevdiklerini kaybetme korkusuyla son bir işe girmeye mecbur kalan temiz kalpli genç Baby’nin (Ansel Elgort) kötülere karşı verdiği mücadele üzerine kurulu... Kötü adamlar, Baby’nin başını giderek daha çok belaya sokuyor ve onu tam bir çıkmaza sürüklüyorlar. Baby’nin kötülüğe karşı tek yapabildiği ise otomobil sürmek ve her şeyi geride bırakıp kaçmak... Sürekli müzik dinlemesinin nedenini, kulaklarındaki çınlamayla ilişkilendiriyor ama şarkılar onun için bir kaçış yolu. Müzik sayesinde kötü adamların bayağılığından kurtulmak, zorla katıldığı soygunları bir çeşit ‘video oyunu’na dönüştürmek istediği kesin. Zaten filmin kırılma anı, kan ve şiddetin, sürüş keyfine izin vermeyecek bir noktaya gelmesi… Seyir keyfini artıran unsurlardan biri, Baby’nin dinlediği şarkılar... Soul, rythm & blues ağırlıklı olarak başlayan, rock akorlarına ve elektronik tınılara kadar uzanarak geniş bir yelpazeye yayılan şarkılar filmi şıklaştırıp aksiyona kıvam verirken, Baby’nin kişiliğini ve hayal gücünü de yansıtıyorlar. Yönetmen Edgar Wright’ın masa başında çok iyi planlayıp, şahane şekilde çekip kurguladığı birbirinden güzel otomobil takip sahneleri sayesinde su gibi akıp giden bir film.