Silikon Vadisi Oligarşisi
Bu sene bir kitap okudum ve…dünyanın gittiği yeri daha iyi anladım. Kara Swisher’ın “Burn Book” adlı anılarını yakından takip ettiğim bir gazeteciyi daha iyi tanımak, ama en çok da bu gibi anı kitaplarında olduğu gibi basın dedikoduları toplamak için okudum. Oysa Swisher daha kitabın ilk bölümünde sadece bu seneye değil, dünyanın geleceğine damgasını vuracak bir tespitte bulunuyordu: Teknoloji şirketlerine güvenilmez.
Silikon Vadisi’ni ilk günlerinden beri en yakından takip eden Swisher patronlardan en çok 2016’da Donald Trump’ın ilk seçim zaferinden sonra iğrenmişti. Seçim boyunca Trump karşıtı olan teknoloji devleri, sonucun belli olmasının ardından yeni başkanın kendi adını taşıyan binasının önünde hizaya gelmişler ve onu bir anlamda kabul ettiklerini belli etmişlerdi.
Bu seneki seçimden sonra Amerikan sermayesi daha evvelkinin de aksine Trump’ın önünde tam anlamıyla hizaya geldi. Jeff Bezos’un müdahalesiyle Washington Post’un yayın çizgisi değişti mesela. Mark Zuckerberg seçimlerde taraf olmayacağını söyledi. Peter Thiel’in şirketinin hisseleri katlanarak değer kazanmayı sürdürüyor. Hatta bu şirketler kendi çıkarlarını korumaları için Trump’ın yanına J. D. Vance’i yerleştirdiler.
Bu konulara mümkün olduğu kadar değinmeye çalıştım. Yazmaya fırsat bulamadığım ama üzerinde durulması gereken bir başka örnek: Disney hakaret davasında Trump’a tazminat ödeyip uzlaşmayı tercih etti, oysa mahkemeye gitseler kazanabilirlerdi ama yeni başkanı karşılarına düşman olarak almak istemediler.
Teknolojinin siyaset üzerindeki etkisi önümüzdeki yıllarda da çokça tartışılacak. Önümüzdeki dört seneye dair pek çok başlık var: Ortadoğu haritasının yeniden çizilmesi, dünyada yükselen faşizm, Türkiye’de olası bir seçim. Ama bütün bunlardan daha da önemlisi dünyanın yeni tarihi bu teknoloji şirketlerinin kontrol edilemez gücü.
Dünyanın en önemli demokrasisi birkaç zenginin kontrolüne geçti gibi görünüyor şimdi. Bu insanları hiç kimse seçmedi, onlarsa kendi seçtikleri bir “taşıyıcı” lider üzerinden ceplerini zenginleştiriyor. Oligarşi hızla kleptokrasi rejimine dönüşecek.
Elon Musk
2024’te Trump’ı seçtiren Elon Musk oldu. Yıl boyunca istemediğim kadar çok Elon Musk hakkında konuşmak, düşünmek ve yazmak zorunda kaldım. Çünkü kaçınılmazdı.
Seçimin hemen sonrasında Trump üzerindeki etkisini tiye almak için Musk’tan “First Lady Elonia” diye bahsediliyordu; şimdi Trump için Elon Musk’ın “Başkan Yardımcısı” yorumları yapılıyor. Herkes gibi ben de bu evliliğin nasıl şiddetli geçimsizlikle sonuçlanacağını merak ediyorum. Ve Elon Musk’ın yok olacağı günü sabırsızlıkla bekliyorum.
Yapay zeka, algoritma, YouTube vs.
Medyanın geleceğine dair hatırlamadığım kadar uzun zamandır kafa yoruyorum, ama hiçbir zaman gazeteciliğin ciddi bir tehdit altında olduğunu bu seneki kadar hissetmedim. Kaygılarımdan biri alışılageldik iletişim modelinin sarsıntıya uğraması, medya kuruluşlarının fazlasıyla teknoloji şirketlerine bağımlı hale gelmesiydi. Trafik adına bütün geleceğimizi Silikon Vadisi’ne emanet ettik; karşılığında da Silikon Vadisi bizim emeğimizle yapay zekayı geliştirip bizim yerimize koymaya çalışıyor.
Apple’ın yapay zeka uygulamasında ya da Chat GPT’nin sorulara verdiği yanlış yanıtlarda görüldüğü gibi henüz zeki değil AI. Ama her an akıllanabilir ve rutin işleri üstlenebilir: Standart bir dil kullanan ve sadece olan biteni veren polis-adliye muhabirlerine birkaç sene sonra ihtiyaç kalacak mı? Bu sene çokça yaklaşan tehlikeye karşı ne yapmamız gerektiğine kafa yordum.
Yapay zeka yaratıcılığın yerine geçemez şimdilik, en büyük silahımız bu. En azından buna sahip çıkmalıyız.
Sadece Türkiye’de değil Amerika’da da birçok gazetecinin geleneksel medyadan YouTube ya da Substack gibi platformlara geçmesi de radarımdaki bir başka konuydu. “Patronsuz medya” hayali kuran gazeteciler kendilerinin çok daha büyük ve bilinmez bir patronun emrinde çalıştıklarının farkında değil. O patron algoritma ve başımıza çok büyük belalar açma potansiyeli var.
Elit üniversitelerin prestij kaybı
Hamas’ın İsrail’e saldırısı, ardından da Gazze’de başlayan savaş sadece bölgede haritaları değiştirecek kadar sarsıntı yaratmadı. Çok uzaklarda, Amerikan üniversitelerinin kampüslerinde de bu sene yaşanan protestolarla ülkeyi böldü. 1968 isyanı sırasında öğrencilerin yönetim katını işgal ettiği Columbia Üniversitesi ifade ve protesto özgürlüğüne sahip çıkmakla bilinen bir okuldu mesela. Bu sene yönetim kampüse polis çağırdı. Sonunda LSE’den büyük umutlarla transfer edilen başkan istifa etmek zorunda kaldı.
Değişen sadece Columbia’nın başkanı değildi. Harvard, UPenn gibi diğer okullar da sarsıldı. Hatta bu elit okulların yöneticileri Kongre’de ifade vermek zorunda kaldılar. Mesele bir yandan ifade özgürlüğüne sahip çıkmak, bir yandan da Anti-Semitizm’le mücadele etmekti. Hiç kimse hiçbir kesime yaramadı.
Bu okullar zenginlerin bağışına muhtaç. Zenginlerin önceliğiyse ifade özgürlüğü değil, israil’in haklılığı. Konu bu kadar basitti. Ve zenginler kazandı.
‘Le Wokeisme’in sonu
İsrail-Hamas savaşı üniversitelerde görülen etkisi çok daha büyük kültürel bir değişimin habercisiydi. Donald Trump’ın da seçilmesiyle birlikte en fazla 10 yıllık popüler geçmişi olan “woke” kelimesi ve “woke kültürü”nün mezar taşı kazındı.
“Woke” olmak özellikle ırk ayrımcılığı konusunda “farkında olmak” demekti başlarda. Zamanla trans hakları, seçilen cinsel kimlikler, ‘they / them’ gibi başlıklardan başlayarak her konuda abartılı hassasiyete dair bir saçmalığa dönüştü. ‘Wokeism’ yüzünden herkes daha alıngan oldu, mesela mizahın etrafına o kadar çok sınır çekildi ki espri yapılamaz oldu.
Fransızlar “le wokeisme” diye dalga geçiyordu zaten, Amerikalılar da sandıkta Trump’ı seçerek, hatta liberal mahalleler bile Trump’a destek vererek, bu akımdan sıkıldıklarını belli ettiler.
Kadın politikacılar hayal kırıklığı yarattı
Bundan sonra hayatım boyunca Kamala Harris’in o berbat kahkahasını duymayacağım için çok mutluyum. Çok kötü bir adaydı ve bütün kötü adaylar gibi kaybetti. Hem de öyle böyle kaybetmedi, Demokrat Parti elindeki kaleleri bile kaybedecek noktaya geldi. “Kamala olarak girdi, Kemal olarak bitirdi” belki de attığım en iyi başlıktı. Oysa bir ara Amerika’da ilk kadın başkan seçilme ihtimali var gibi gözüküyordu, o isim Kamala Harris olmasa bile.
Onun hakkında şöyle yazmıştım: “Başarısız olursa, tıpkı bizdeki kadın politikacılar gibi, bir kez daha ‘Kadınlar bu işi beceremiyor,’ dedirtecek ve arkasından gelenlerin önünün bir süre daha kapanmasına katkıda bulunacak.”
Kastettiğim elbette “kadınlar duygusal olur” önyargısını doğrularcasına küstüm oynamıyorum diye siyaset sahnesinden çekilen Meral Akşener’di. Oysa 2023’te kendisini ve çıkışlarını haklı bulmuştum. Bu seneyse ne yapmak istediğini hiç kimsenin kestiremediği bir oyun planıyla (veya bir planının olmamasıyla) hem kendisini imha etti, hem de, tıpkı Kamala gibi, siyasette kadınların önünü biraz daha tıkadı.
Bir başka hayal kırıklığı çok çabuk belediye başkanı adayı olan ‘nepo-baby’ Lal Denizli’ydi benim için. Oysa Çeşme’ye katkıda bulunacağını düşünüyordum ama ilk altı ayında bekleneni vermedi.
Ne olacak bu CHP’nin hali
Yerel seçimle hiç ilgilenmek istemiyordum ama CHP’nin başarısına kayıtsız kalamadım. Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş hakkında ister istemez kalem oynattım. Ama giderek yılın ilk aylarında oluşan umutlu havanın kaybolmaya başladığından endişe ediyorum. Çünkü yılın ilk yarısında yaşanan ferahlama şimdi giderek karamsarlığa dönüşüyor.
Muhalefetin iki potansiyel adayı da önümüzdeki sene seçim sath-ı mailine girileceğini hesap ediyor, ama birbirleriyle ortak hareket etme gibi bir planları yok. En azından Paris’te benim gördüğüm buydu.
Yazın biraz daha üstü kapalı anlatmış olabilirim, ama yılı toparlarken net bir özet geçeyim: iki belediye başkanı birbirinden hoşlanmıyor ve birbirlerine rakip olma ihtimalleri çok yüksek. Özgür Özel ise kendisine biçilen rolün fazlasıyla farkında ve İmamoğlu’nun gölgesinde kalmaktan başka bir seçeneği olmadığını kabullenmiş gibiydi. Bir de Üsküdar Belediye başkanının siyasi amatörlüğü var tabii.
2025’e dair bir tahmin: Bütün anketlerde Mansur Yavaş epey bir farkla önde gözüküyor, arkasında Türkiye’nin çoğunluğu olan milliyetçi damarı toplayıp geniş bir koalisyon kurabilme ihtimali var. Ama Yavaş kamuoyu önüne çıkmaya, görüş beyan etmeye başladığında puan kaybedebilir. Bu konuda ne kadar hazırlıklı, kendisini Ankara Belediye Başkanı olmanın ötesinde nasıl konumlandıracak merak ediyorum.
Gerontokrasi
Amerikan basını Joe Biden’ın bunamaya başladığını daha yeni yazıyor. Daha yeni. Dört sene boyunca bütün dünyaya yalan söylediler, Biden’ın akli dengesinin yerinde olduğuna dair Beyaz Saray yalanını sorgulamadan kabul edip kamuoyuna sattılar. Oysa görünen köy ortadaydı.
Biden’ın yaşı konusunu en erken gündeme getiren Şubat ayı itibarıyla Ezra Klein’dı. Ve Amerikan basını ona fena halde yüklendi. Ben de “Klein pek çok yorumcu gibi panik yaşıyor çünkü Biden’ın inadının neye mal olabileceğini görüyor,” diye yazmıştım. “Çözüm önerisiyse Demokrat Parti’nin kurultayda yeni lider adaylarıyla çıkıp, delegelerin her birini dinleyip yeni birini belirlemesi. Kağıt üzerinde mümkün ama en azından bugün imkansız görünen bir senaryo.”
Filmin nasıl sonlandığını gördük, şaşırmadım da. Çünkü yaşlı inadının Türkiye’de neye mal olduğunu, seçilmesi imkansız olduğu halde aday olmakta direnen eski CHP başkanın beceriksizliğinin kaç kuşağın hayatını daha da zorlaştığını yaşadık. Bugün Joe Biden diye biri yok, adını anmaktan özellikle kaçındığı eski CHP lideri de. Umarım ders almışızdır.
Sokak hayvanları meselesi
Bu senenin en çok konuşulan konularından biri sokak köpekleriydi. İnsan haklarına saygı göstermeyenlerin hayvan konusunda abartılı duyarlılıkları komik, biraz da psikolojik incelemeye tabi bir durum. Sokak köpeği nüfusunun denetlenmesinden yanayım ama benim asıl derdim sokak kedileri oldu. Yazımın ne kadar rahatsızlık verdiğini anlatmama gerek yok, geri adım atmayacağımı söylememe de.
Bir de hala yeteri kadar ciddiye almadığımız sıçan problemi var. Ama onun çözümü kedi beslemek değil.
Benim Paris yılım
Her entelektüelin hayatında bir dönem Paris’te yaşamış olmak şarttır, değil mi? En azından Paris’te bir süre geçirmeye karar verdiğimde kendi kendimi ikna edici argümanlarımdan biri buydu. Ama giderek Paris romantik bir kaçamaktansa hayatımın daha uzun dönemini geçirmek istediğim bir yere dönüşüyor. Fransız telefon numaram ve ehliyetim bile var.
Paris’te olmak için mükemmel bir seneydi. Ama Paris beni çok çalıştırdı. Daha gelir gelmez ABD’deki üniversite protestoları buraya sıçramıştı, ardından erken seçim ilan edildi ve yaklaşmakta olan faşizm tehlikesini Le Meurice otelinin barından takip ettim.
Olimpiyat Oyunları bu yaz Fransa’nın dünya sahnesinde dirilişiydi ve o kadar çok kişiye rahatsızlık verdi ki bu ülkenin provokasyon yapabilme kapasitesine bir kez daha hayran kaldım. Macron’un itirazlar karşısında tek söylediği “This is France” oldu. Biz ise en çok Türk milli takımının üniformasını konuştuk. Vakko’nun sahibi Cem Hakko’yla tepkileri sorduğumdaysa tek cümlelik yanıt aldım.
Kapanış törenini stadyumda bir locadan izleyecek kadar da şanslıydım, Tom Cruise’un atlayışını canlı gördüm. Yaz sonundaysa Fransa’da yeniden hükümet düştü.
Sadece olimpiyatlar ve seçim üzerine yazmadım, Paris’te bir Türk dönerciyi de ziyaret ettim. Ama bu sene beni en çok tatmin eden işlerimden biri milli sporcumuz Ersu Şaşma’yla yaptığım söyleşi ve bugüne kadar sorulmuş bütün sorular arasında verilmiş en iyi cevabı vermesiydi.
Gidenlerden
Paris’e gelir gelmez Paul Auster’ın ölüm haberini aldım. Bu ölüm Paris’te daha çok yankılandı, çünkü burada, yaşadığı New York’tan, daha ünlüydü. Brooklyn’e geldiğimde bana ilk hoş geldin diyen oydu.
İnsan yaşadıkça her sene daha fazla ölüm olduğunu, her sanki ölümlerin bir öncekine kıyasla daha sarsıcı olduğunu düşünüyor. Ama bu sene epey bir kayıp yaşadık: Bir efsane, Güneri Cıvaoğlu, bile ölümlüymüş. Aydemir Akbaş’ın ölmeden önce Oscar’lık bir rolde oynamasını bekliyordum, bana söz vermişti, bunu yapamadığı için de biraz erken bir ölümdü. Bir de Madame var ve onu son bir kez daha göremediğim için çok ama çok üzgünüm.
Az kaldı Reha’yı kaybediyorduk, Reha Muhtar’ı. İtiraf edeyim, ben ciddi ciddi onun ‘arkasından’ yazmaya hazırlanıyordum ve tam toparladığım sırada uyandığı haberi geldi. Buna rağmen yazdım ve iyi ki yazdım.
Senenin son ölümüyse Beyaz Türkiye’ydi.